“Pak toprak, Bosna Vilayeti…”
Osmanlı yadigârlarının bulunduğu pek çok şehirleri gezdim. Ancak Saraybosna’nın güzelliğini hiç bir şehirde görmedim. Yemyeşil tepelerinden, bağrından fışkıran tertemiz suyundan başka bir güzellik… Belki yüzyıllar önce Fatih’in dört tepesinde okuttuğu hatimlerin; belki de yaşayan insanından fazla verilen şehitlerinin ruhundan aldığı tılsımı sunuyor bize…
Evliya Çelebi’nin ifadesine göre, bu şehir ismini, Fatih Sultan Mehmet Han’ın merkezde yaptırdığı büyük saraydan ve Bosna nehrinden alıyor. Seyahatname’de ‘Bosnasaray’ adıyla uzun uzun övgülerle anlatılan şehirde 170 mihraptan bahsediliyor.
Biz de Sarajevo’yla vedalaşmadan evvel, eski camilerinin, çeşmelerinin tümünü gezmek ve manevi havasını doyasıya yaşamak istiyoruz. Tepelere doğru çıktıkça, yeşil ahşap minareli; şirin camiler artıyor. Ormanlarla kaplı dağları, endamlı servilerini camilerinin yanına konduruvermiş gibi… Çoğunun avlusundan dağlarının buz gibi suyu da akıyor. Adını bir zamanlar çeşmesinin suladığı sümbüllerden alan Sünbül Çeşme Camisi; bizleri iğde kokularıyla karşılayan Tabak H. Süleymanova Camisi; Ramazan geceleri bizi misafir eden ve önünden her geçtiğimizde çeşmesinde serinlediğimiz Buzacı H. Hasan Camisi…
Camilerin ardından, gün içinde ilk kez açık bulduğumuz ve bir Kadiri Tekkesi olan Sinan Paşa Tekkesi’nin ayetlerle süslü avlusundan içeri giriyoruz. Amacımız, pazartesi ve perşembe geceleri halen ibadete açık olan Tekkeyi ziyaret etmek. Bu ziyaret vesileyle bir Boşnak düğününü görmek de nasip oluyor. Bir diğer damatları Türk olan aile, bizim de tekke ziyareti sırasında başlayan düğünlerinde bulunmamız için ısrar ediyorlar. Başlangıçta Boşnakça bilmediğimiz ve aileyi tanımadığımız için sıkıcı olabileceğini düşünüyoruz; ancak öyle olmadığını çok geçmeden fark ediyoruz. İkindi namazının ardından başlayan düğün, ilahiler ve Kuran’dan ayetler eşliğinde devam ediyor. Bu sırada bizi bir sürpriz bekliyor. Türkçe bilmemelerine rağmen okudukları ilahilerden ikisi Yunus Emre’ye ait… Tekkenin imamı, kısa bir vaazdan sonra nikâhlarını kıydığı çifte, herkesi kahkahaya boğan nüktelerde bulunuyor. Tabii biz anlayamıyoruz. Bizim için ilginç olan bir başka nokta da birçok davetlinin, gelinin eline güzel bir buket çiçek vermesi oluyor. Bizdeki gibi takı töreni yapmıyor; çiçek değerinde bir evlilik dilercesine sunuyorlar rengârenk buketleri. Ardından tarçın ve karanfil gibi yirmi çeşidin yer aldığı Boşnak şerbeti ve geleneksel Hurma tatlılarından dağıtıyorlar. Biz de gelin ve damadı tebrik edip, gezimize devam ederek çarşıya doğru yöneliyoruz.
Şehir merkezine doğru ahşap minareler azalıyor. Şehrin kalbi olan ve küçük, eski dükkânlardan oluşan Başçarşı’da ise taş minareli, kurşun kubbeli, daha büyük camilerle karşılaşıyoruz. Bahçesi, hatta sütunları güllerle kaplı olduğu için ‘Güllü Cami’ diye isimlendirdiğim Havace(Hoca) Camisi, Çekrekçi Müslihiddinova Camisi, Ferhat Bey Camisi… En büyük ve gösterişlisi ise Bosna’nın mimarlarından sayılan Gazi Hüsrev Bey’in adını taşıyor. Evliya Çelebi’nin yazdığına göre, Sultan Bayezid-i Veli’nin kızlarından doğma Gazi Hüsrev Bey, 33 sene Bosna’da valilik yaparak Venediklilerden 170 adet kale fethediyor. Bu cami de onun tarafından, 1531 yılında yaptırılan külliyenin bir parçası… Caminin yaz kış dolu olan bahçesinde, onun türbesi ve Bosna’ya hizmet eden pek çok büyüğün kabri var.
Ayrıca bahçesinde, asırlık ıhlamur ağaçlarının altında, serin serin suyunu akıtan 12 çeşmeli şadırvan yer alıyor. Şadırvanın ahşap tepesine ‘ Diri olan her şeyi sudan meydana getirdiğimizi görmediler mi?’ (Enbiya 30) ayeti 8 farklı hatla yazılmış. Bosna’da camiler namaz vakitleri dışında kapalı olmasına karşın G.Hüsrev Bey Camisi daima açık ve neredeyse erkekler kadar, kadın cemaati de bulunuyor. Yine büyük seyyahımıza göre, bu cami ‘gaza malıyla yapıldığı için ruhaniyeti bol’ olan bir ibadethanedir. Ayrıca Evliya Çelebi, Bosnasaray’ın şiddetli kışında, bu cami ile birlikte şehirdeki pek çok camide bulunan sıcak sulu musluklardan bahsediyor. Ama maalesef günümüz teknolojisine rağmen, sıcak sulu abdesthaneleri şimdi yok.
Halk arasında Begova(Bey) Camisi adıyla da bilinen bu cami, son savaşta büyük zarar görmüş ve Araplar tarafından onarılmış. Ancak bu onarımın aslına uygun yapılmadığı söyleniyor. Dışındaki düz sıvanın altından görülen işlemeler de bu söylenceyi doğrular nitelikte.
Begova camisinin hemen yanı başındaki eski saat kulesi başını çevirmiş, cami avlusundaki insanları izliyor gibi. Saat kulesinin dışında, çarşı olarak kullanılan bezistan, sergi salonuna dönüştürülen hamam, kahve evi olarak halen pek çok misafiri ağırlayan han; Gazi Hüsrev Bey külliyesinin başka bölümleri olarak hizmetine devam ediyor.
Eski yapısı hiç bozulmamış Başçarşı’nın muhakkak ki en önemli parçası, etrafında güvercinlerin eksik olmadığı Sebil... Yuvarlak kubbesinin altındaki sekizgen yapısı ve oymalı süslemesiyle bu çeşme, Sarajevo’nun sembolü olmasının yanında bir buluşma mekânı... İki çeşmesinden akan suyundan içenin Saraybosna’ya tekrar geleceğine dair de bir halk efsanesi dolaşmakta. Sebil’in karşısından ise bakırcılar çarşısına geçiliyor. Seyyahımızın tabiriyle: “Buradaki bakır ‘içinde altını vardır’ derler. Onun için Bosnasaray’ında işlenen bakır; Belgrad, İstanbul, Kastamonu ve Tokat’ta işlenmez. Hatta altın ile kaplanmış çeşit çeşit şamdan, buhurdan ve gülabdanlar işlerler ki görenler anları Bundukani(Venedik) altını zanneder.” Bu gün dahi Bosna’ya has bakır işlemeli cezveler, tepsiler, ibrikler, tablolar… başka bir yerde bulunmaz. Turistler için vazgeçilmez bir yerdir.
Evliya Çelebimiz, Başçarşı’yı da şu şekilde tasvir ediyor: ‘Tamamı 1080 adet güzellik pazarı dükkânlarıdır, ama gayet süslü, şirin ve sıralı yapılmış olup, bütün sokakları üzeri Halep şehri ve Bursa şehri gibi üstü örtülü sultan çarşısıdır. Bütün anayolları pak kaldırım döşelidir.’
Halen aynı pak kaldırımlara sahip olan Başçarşı, ünlü Boşnak böreğini ve cevapi adı verilen köfteyi rahatça bulabileceğiniz dükkânlarla dolu. Eğer Bosna’ya özgü Begova(Bey) çorbasından yemek isterseniz, nehrin karşısına geçip İnat Kuça(İnat Evi)ya gitmelisiniz. Ayrıca ekmek dışında somun ve kifle gibi harika hamur işlerini bulacağınız pekara(fırın)ları da açlığınızı gidermede size yardımcı olacaktır. Sonrasında nereyi mi tavsiye ederiz? Tabii ki Boşnak kahvesinin yanında Türk çayını da bulabileceğiniz Moriça Han ve Sevda Kuça’yı… Türk lokumuyla, bakır kulpsuz fincanlarda ikram edilen kahvenizi yudumlarken ıhlamurlar altında rahatça dinlenebileceğiniz bir mekân Moriça Han. Bosna’da, Osmanlı döneminde olduğu gibi kulpsuz fincanlarda, şekersiz kahve sunuluyor. Boşnaklar, Erzurumluların ‘kıtlama’ dedikleri tarzda içiyorlar kahvelerini. Kulpsuz fincanda elimizin, İslam’ın sembolü olan hilal şeklini; kulplu fincanlarda ise, Sırpların simgesi olan üç parmak şeklini aldığını söylüyorlar. Belki de bu nedenle Bosna’da kahve daima kulpsuz fincanlarla içiliyor.
Sevda Kuça (Sevda Evi) , Bosna türküleri olarak bilinen ‘sevdalinka’ların tarihine ışık tutan müzenin yer aldığı; küçük avlulu eski bir Boşnak konağı… Müzede en ünlü sevdalinka sanatçısı Safet İsoviç’in yanı sıra günümüz sanatçılarına kadar pek çok sanatçının hayatı, albümü ve şarkı sözleri yer alıyor. Avlusu bir kafe olarak işletiliyor. Geleneksel kıyafetler içinde hizmet eden garsonlar, sevdalinka söyleyen müzisyenler, buz gibi gül şerbeti ve geleneksel tatlılar sizi farklı bir âleme taşıyıveriyor. Evliya Çelebi yüzyıllar öncesinde bu içeceklerin sırrını şöyle açıklamış:
“Bu şehirde karı ve buzu saman içine koyup mahzenlerde saklarlar. Daha sonra Temmuz’un şiddetli sıcağında billur gibi buzları vişne hoşaflarına koyup buz pareli hoşaf yerler.”
Boşnakların yemek alışkanlıkları da geçen yüzyıllara rağmen değişmemiş. Zira Evliya Çelebi’nin: “ ‘Ah dinum ve imanum kapuska!’diye ölünceye dek lahana yerler” şeklindeki tanımına halen uymaktalar. Pazarlarda çuvallar dolusu lahana alan kişilerle karşılaşmak işten bile değil. Lahana turşusunun suyunu ve peynir altı suyu dedikleri ‘surutka’yı şifa niyetine içmeye devam ediyorlar. Yine yüzyıllar öncesinde Evliya Çelebi’nin bahsettiği, ‘meşe odunu isinde kurutularak yapılmış pastırmaları’ ününü koruyor.
Başçarşı’dan Ferhat Paşa Camisinin bulunduğu Ferhadiye caddesine doğru, Habsburglardan kalma yüksek ve gösterişli binalar karşımıza çıkıyor. Avrupa’nın ilk tramvayı olarak bilinen şirin araçlar, bu caddenin kenarında yolcularını sakince bindirmeyi sürdürüyor. Bu yol boyu Ortodoks ve Katolik kiliselerinin yanı sıra sinagog da yer alıyor. Bu caddeye adını veren Ferhat Bey Camisi ise, etrafı kafelerle çevrilmiş eski Osmanlı Camilerinden bir diğeri.
Sarajevo’nun bir başka ünlü camisi olan Ali Paşino(Ali Paşa) camisi, bahçesinde küp şeklindeki çeşmesi, sarıklı mezarları ve ünlü sevdalinka sanatçısı İsoviç’in kabriyle, üzerinde bulunduğu kavşağı anlamlandırmaya devam ediyor.
Nehrin alt kısmına doğru gittiğinizde şehrin en eski camisi olan Hünkar(İmparator veya Fatih Camisi olarak da biliniyor ) Camisi’yle karşılaşıyoruz. Medrese ve hamamı tam olarak kullanılamasa da cami, içindeki kahvehanesiyle sosyal bir tesis gibi hizmet veriyor. Yüzlerce sarıklı mezar taşı ve küçük bir şadırvanı olan cami, burada ilk ziyaret ettiğim cami olduğundan benim için ayrı bir öneme sahip.
Hemen ilerisinde ‘Atmeydan’ olarak isimlendirilen park yer alıyor. Meydanın merkezinde, Avusturya döneminden kalma ilginç bir müzikevi yer alıyor. Osmanlı döneminde burada büyük bir cami bulunuyormuş. Habsburglar zamanında şehri ‘yenileştirme’ çalışmaları sonucu, nehir kenarındaki pek çok cami gibi o da yıkılmış. Şimdi ise, meydanın bir köşesine o caminin küçük bir modeli yapılmış.
Parkın karşısında Avusturya veliahdı Ferdinant ve hamile karısının bir Sırp tarafından öldürüldüğü Latin(Hünkar) Köprüsü yer alıyor. Hemen yanı başında ise bu olayın resimlerle anlatıldığı bir müze... Milyaçka’nın bu küçük köprülerini takip ederseniz, ‘Keçi Köprüsü’ diye bilinen ve bir zamanlar Sarajevo’nun en önemli giriş yeri sayılan, şirin bir köprü çıkar karşınıza. Şimdi ise burası, yol boyu insanların yürüyüş yaptığı bir mesire yerine dönüşmüş.
Boşnaklar Türkçe bilmemelerine rağmen, dillerinde yedi bin civarında Türkçe kelime yer almakta… Buyurun, arkadaş, yorgan, yastık, pabuç, dolma, türbe, börek, kebap, sahan, tünel, avlu, kaşık, kapı, yazık… Bu kelimelerin yanı sıra bayram günleri, çiçeklerle kaplı caddelerinin tepesinde “Bayram Şerif mübarek olsun.” yazısını görüyorsunuz. Bayramlaştığınız bir kişi de size “Allah razi olsun” diyebiliyor. Ayrıca yaşayan başka bir kalıp ifade ise, cenazelerimizdeki taziyelerle aynı... Tamamen Türkçe olan “Başın sağ olsun” ifadesine “Dostlar sağ olsun” yanıtını veriyorlar.
Evliya Çelebi, Boşnak kavminin dilleri konusunda şunları yazmıştır:
Bu diyar kavmine halk arasında Boşnak derler, ama değillerdir. Zira bosgak sağır kaf ile ‘dev keferesi ‘ demektir; ama bu diyar halkına Bosnevi desen sevinirler. Gerçekten de dilleri ve kendileri pak ve kadir kıymet bilir adamlardır. Dilleri yine Latin dillerine yakındır, ama bir tür terim ve ibareler kullanılır ki nice sözleri nesir ve manzum olur. Bu şehrin nazik arif yazarları lugat-ı Farisi’de şahidi kitabına nazire Bosnevi dili üzerine bir lugat etmişler ki bir iki bahri böyle yazılmıştır:
Boğ tanrı, yedno birdir, hem yedino vahdeti
Duşe candır, çoyik âdem, dirliğidir jiveti
Hem ferişte angil oldu göklere de neseba
Ray Cennet, ray-niki oldu demek Cenneti
Moma kızdır, prah tozdur, tırağ izdir, put yol
Viseko yüksek, nizeko alçak u hem nizeti
M.Hevai Üsküf
Boşnak halkı, uzun boyları ve renkli gözleriyle kendine has bir millet. Bunun yanında oldukça sakin insanlar. Burada telaş ve karmaşa görmek çok zor. “Polako polako( yavaş yavaş)” sözünü hayat tarzı olarak benimsemiş bir millet. Evliya Çelebi, ikinci Yusuf diyerek güzelliklerine övgüde bulunduğu Boşnak insanının dindarlığını da şu sözleriyle anlatıyor: “Çarşıda, pazarda akçe sayarken ezan işittikleri gibi ‘lebbeyk Allahüm’ deyip akçeyi meydanda bırakıp dükkânlarını kapamadan bölük bölük camiye giderler.”
Bu güzel insanlara ve şehre veda etmeden önce, Vrelo Bosna’ya gidip, Bosna nehrinin büyük bir kayanın altından çıkan berrak suyundan içiyor; ağaçlıklar arasında faytonla gezinti yapıyoruz. Son gezintimiz ise, Haziran ayında artık tüm yoğunluğuyla ortalığı kaplayan ıhlamurların güzel kokusunu içimize çekmek için Milyaçka’nın kenarında oluyor. Şırıl şırıl su sesi, ay ışığıyla parlayan dev ıhlamur ağaçlarının sarılığı ve o güzelim çiçek kokusu… Ben, ıhlamurları hiçbir yerde bu denli yoğun yaşamadım ve ülkem dışında hiçbir yeri bu kadar sevmedim.
Sabahın erken saatlerinde yola çıkıyor ve acıdan çok sevinci, güzelliği yaşatan bu yağmur kokulu şehri, nemli gözlerimize son kez yerleştiriyoruz. Boşnakların vedalaşırken eksik etmediği o güzel ifadeyle Saraybosna’dan ayrılıyoruz: Allah’ emanet Sarajevo…