Uyuşturucu (Haşhaş) kullananlar için yaygın bir kavram var: Altın Vuruş.15 Temmuz’daki kalkışma ve darbe girişimi esnasında öldürülen ve tutuklananların sayısına bakılırsa Haşhaşiler yani uyuşturucu bağımlısı haşhaş severler, topluca ‘altın vuruş’ yapmışlar. Bir haşhaş ayinini andıran darbe müteşebbislerinin eylemi; Hakk’ın lütfu, halkın basireti, gönlümüze sığınan göçmenlerin secdelerini süsleyen duaları ve de emniyet güçlerinin gayreti neticesinde uzun sürmedi.
Millet/Ümmet, bîtaraf olmak yerine taraf olmaktan yana tavır alınca bertaraf oldular. Darbecileri darp eden halk belki de bu coğrafyada bir ilke imza attı. Daha önce irili ufaklı ve de artçı depremleriyle birlikte yedi darbe gören bu necip millet, tankların üstüne çıkarak fizik kurallarını da altüst edip yumruklarıyla devasa metal yığınlarına müdahale ettiler. Adeta çıplak elleri ile üzerlerine namlusu yönelen tankları Seyit Onbaşı’dan kalma bir ruhla bulundukları yerlerine sabitlediler.
Paralel ya da hangi geometrik şekille ifade edersek edelim, hülasası ihanetin darbesi olan bu çok denklemli ama ‘hiç’ bilinmeyenli ‘kontrolsüz güç’, milletin bilekten çok yürekten ibaret olan kıyam duvarına tosladı. Benzerlerini yakın zamanda Ukrayna ve Mısır’da gördüğümüz buna benzer kalkışma ve girişimlerin en planlı, sinsi ve kapsamlı örneği olan Kerbela rötuşlu cürmün, akamete uğramasındaki sır kodları, bayrağını alıp Kızılay’a koşan yetmiş yaşlarındaki bir dedenin yüzündeki kararlılıkta saklıydı.
Dün gece saat 22:00 sularından itibaren özgürlüğe dayalı kazanımlarını kaybetme endişesini hisseden insanların, devletine sahip çıkma içgüdüsü ile hareket edenlerle birlikte kol kola girdiğine, yaşam biçimlerine müdahil olunacağı kaygısını taşıyanlarla inançsal değerlerine halel geleceğini düşünenlerin, dökülmüş kurşunla tutturulmuş binalar gibi birbirine kenetlendiğine tanıklık etmek; tankların kulakları sağır eden sesine nasıl galebe çaldığını görme fırsatını sundu bize.
Darbeye kalkışanların zapturapt altına alındıktan sonraki görüntüleri üzerinden yüzlerindeki ifadeleri okumak istediğinizde; ‘Neden geldim İstanbul’a? ‘ pişmanlığı rütbe skalasının ya da piramidinin alt bölümüne yansırken, rütbeler yükseldikçe egoların da buna ‘paralel’ yükseldiğini, yanlışta ısrar ve inandırılmışlık inadının jest ve mimiklerine de yansıdığına tanıklık ediyordunuz. Kafaların karışık olması bu eli kanlı örgütün homojen ve hemfikir bir yapılanmadan uzak ya da ‘çatılama’ sisteminden yoksun olduğu anlamına gelmiyor elbet.
Başkomutanının konakladığı otele ağır silahlarla teçhiz edilmiş bir tim yordamıyla saldıran, ‘hâkimiyetin kayıtsız şartsız milletin’ olduğu meclis binasını ; tank, tüfek, helikopter ve savaş uçakları ile kuşatarak milletin kalbini bombalama cüretini gösteren, ellerinde yürekleri dışında hiçbir silahı olmayan masum insanlara silah doğrultan, rastgele ateş eden ve ölüm yağdıran bu haşhaş dumanlı zihinleri hafızamıza kaydetmek ve asla unutmamak gibi bir zorunluluğumuz var şimdi önümüzde.
Kurban derisini ‘gömlek’, kurbanı ‘defter, kalem’ diye kodlayan bu algı cambazlarının operasyonel savaş eylemlerini de ‘Yurtta Sulh Konseyi’ diye tanımlamaları ve kendilerini bu adla ifade etmeleri beni hiç şaşırtmadı nedense. Buna karşın sokaklarda uzun süredir ilk defa tanklara tanık olanların takındığı tavır ve kararlı mukavemetin etten duvarı; direksiyon hâkimiyetini kaybedip kontrolden çıkan azgın azınlığın son rüyasını gördüğü yer oldu belki de.
Bir de sırtı yere yakın olan pehlivana göre konum belirleyen, pozisyon alan ve pusuda bekleyen üçüncü bir güruh ve yalnız güce eklemlenen bir damar vardı dün gece unutmamamız gereken. Uzantıları okyanusları aşan komplike ve kompakt bir örgüleme disiplini altında var güçleriyle geri çekilerek son bir ‘tos’ tekniğini benimsediler. Saf ve gömlek değiştirmenin kolay olacağı bir durukta sinsice beklediler.
Kısaca bir ‘altın vuruş’ denemesi yaptılar topyekûn. Uzakdoğu kültürel geleneği ile bir ‘onursuz harakiri’ de denebilir buna. Sanırım hesap edemedikleri, Akif’in Birlik adlı şiirindeki: ‘Cehennem olsa gelen, göğsümüzde söndürürüz / Bu yol ki Hak yoludur, dönme bilmeyiz, yürürüz’ dizelerde anlamını bulan halkın kararlılığı ve sarsılmaz iradesiydi.
Minarelerden yükselen yanık salâların, Hafız Osman Bedrettin’in Erzurum semalarında yankılanan sesinin tarihi izdüşümüne karşılık geleceğini ve gönüllerde ne denli yankı bulabileceğini hesap edemediler. Bir de en iyi bildiklerini zannettikleri ama belki de hiç anlamadıkları bir ilahi uyarıya sırt dönüp, kulak vermediler;
“Onlar, ağızlarıyla (üfleyerek) Allah’ın nurunu söndürmek istiyorlar. Oysa ki inkarcılar hoşlanmasa da Allah nurunu muhakkak tamamlayacaktır.” (61/8)
16 Temmuz 2016, 17:30
-
-
-
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.
Yüreğine sağlık Muhterem Hocam!