Her sabah aynı şehre uyanırız, her akşam aynı güneş batar üstümüzde, her bahar aynı yağmur ıslatır bedenimizi, sarındığımız elbiselerimizin yerine. Mayıs’ın Kasım’dan, Nisan’ın Eylül’den farkı yoktur duvarlarımızı boydan boya süsleyen renk cümbüşü takvimlerde.
Konuştuğumuz kontör miktarıyla ölçülür sevgilerimiz. Gece boyu şarkılara yaslanıp uyuduğunu sanan. Ölü saatlere denk getirilmiş ucuz tarifeden özlemlerimiz, interaktif, mesaj, mail, sanal çağrı eşliğinde satılan. Hızlı tüketim değirmenlerin meraklı gözlerine inat alışveriş merkezlerinin en ücra reyonunda alıcı bekler markalı şiirlerimiz.
Zamanımız dar, aşkın bile yoğunlaştırılmış kurslarına yazılırız. Sonra satılan, satın alınan bir eşyadır sevdalarımız. Alçıdan ve mermerden dişlerimizle birbirimize; ’Marka’ dan mı işportadan mı?’ diye sorarız. Bitpazarı, Hergelen Meydanı ya da Mahmut Paşa işi. Kızılay, Çankaya, Emek ya da Bebek ne fark eder ki...
En iyisi sezon sonu indiriminden almak en güzel, en fiyakalı en pahalı ve de kolayca eskimeyen sevgileri. ’Bu aşkın rengi kıyafetinizle uyumlu değilmiş’ ya da ‘bu yılın moda renkleriyle ters düşüyor’ denilince çıkarırız rüküş olanını üstümüzden, değiştirip markalı olanıyla, kimimiz Bitpazarı’ndan kimimiz Collezoone’dan.
Nisan, ağır sevdaların mevsimiydi anneme sorduğum zaman. Oysa şimdi mevsim sonu indirimlerin en uygun olduğu an. Sahi sevda satan adam! İndirimli seri sonundan ve elinizde tek kalan ucuz ne varsa satar mısınız bana? Kalbimi gizlediğim gömleğimin rengiyle uyumlu olan.
Ah şehir insancıkları! Ah kazakları Sabri Özel’ den -duysa kulakları çınlar mı ki İsmet Özel’ in- ah en büyük bayramları Migros’a, Carrefour’a, Real’e, Atakule’ye ya da Ak Merkez’ e gitmek olan yaşlı çocuklar! Yüreğimiz imitasyon, parfümümüz Kenzo’dan.
Şimdi nerdedir dağlarına yaslandığımız akşamlar? Kaçıp arkasına sığındığımız gürgen ağaçları, bulunca sır diye sakladığımız kuytu kuş yuvaları? Yapay güllere iliştirilen dikenler kanatırken avuçlarımızı hangi şehrin karbon monoksit gazı unutturur bize öksüz çocukluğumuzu? Günün ilk ışığıyla diz boyu otlara dizdiğimiz yaban çileklerini, komar çiçeğinin mora çalan mavisini, zifin çiçeğinin dalgalı sarı saçlar gibi rüzgarda salınışını…
Gökyüzünde gören var mıdır şimdi, güneşin ne kadar yükseldiğini bilmek için bir dağ yamacında göğe doğru fırlattığımız taşları? Kaç köy, kaç kasaba eder ki yeryüzünün bütün haritaları? Biz güneşi taşla ölçen çocuklardık, ırgatlıkta avuçları pârelenen annemizin dizlerinin dibinde.
Üşüyünce sığınırdık duaları serin meltemleri andıran annelerin sımsıcak gülüşlerine. Gurbete giden oğullarının ardından ağıt yakarken dilim dilim elemlerle bölünürdü elleri, dillerinin yerine. Hasretine şerh düşmek için baktığı dağların yamaçlarına kızılağaç fidanları dikerdi anneler oysa, her biri bin yıla bedel diye. Her sabah güneşi ilk onlar karşılardı, dizleri yalnız seccadelerde ve ekin ekilen tarlaların yüzünde eskiyen güneş solgunu elbiseleriyle.
Tozu dumana katan stabilize yollarda köy minibüsünün çıkardığı her boğuk dizel motor sesinde, gurbeti ve oğlunu getiriyor diye denizin gövdesinde kımıldayan gemiler gibi titrerdi annelerin yorgun yürekleri. Umut ettikleri gelmeyince her seferinde; paslı kilit, yanlış anahtar, bilinmeyen adresler gibi düşerdi terli alınları beyaz yemenilerinden toprağın yüzüne.
Avuçlar, sahibine kalbini açınca kanatlanırdı kuşlar gibi dualar, annelerin dilinde. Huzura durunca, dörtnala koşturan atların karayelde savrulan yeleleri gibi kımıldardı dudakları annelerin. Gece avlu duvarlarını örünce evlerin, dökülen yıldızlar ve yapraklardı yağmurda örtüleri, acıyla büzülen dudaklarının. Dilsiz duvarlar tanığı olurdu gözyaşlarının, gök merdiveni örgülü saçlarıyla beklerken sevdiklerini.
‘Aşkın kimlik olarak sorulduğu yer’ leri düşlüyor şimdi anneler. Ki umut, bulutlar gibi çekip gidince göğünden, tavanlarına boydan boya isli naylon çekilen taş duvarlı evlerin mahrem odalarında bir ibadet vaktini bekler gibi tutarlar hüznün çetelesini. Paslı bir pencere demiri gibi yaklaştıkça büyürdü hasretin haritası gözlerinde annelerin, safran acıları biriktirip gök mavisi gözlerine hükümlülerin.
İstasyondan ayrılan son şimendiferin buğulu camına yazarken adının ilk harfini, uçurumun kenarına bıraktığı sazının mızrabına nakşettiği bakışını düşürürdü, bir kader çizgisi gibi uzayıp giden rayların üstüne. Acının kıymıklarını kül serper gibi sererdi kentin ıslak kaldırımlarına anneler. Hüznün Hüseyin’le, Kerbela’nın kederle, kederin kaderle kafiyesi gibi.
Ah bu şehirlerin varsıl görünen yoksul insancıkları! Annemin beş numara şiş, iki renk yumak iplikle ve buram buram hasretle ördüğü soluk mavi hırkama bürününce, sıyrılıp bir uyur gezer rüyadan, sabah olur uyanırım; ellerimde annemin hep gül kokan elleri…
Hüseyin ÇOLAK
Ankara- 06 Mayıs 2016
07 Mayıs 2016, 12:16
-
-
-
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.
Tevfik - 9 yıl önce
Yüreğinize sağlık hocam
Huseyin COLAK - 9 yıl önce @Tevfik
Teşekkür ediyorum Tevfik Hocam...
Dareyn - 9 yıl önce
Ne kadar da hasret kokuyor sozleriniz...Ne kadar da belli benim gibi geçmişi özleyerek vakit gecirmişliginiz...
Huseyin COLAK - 9 yıl önce
Teşekkür ederim Kıymetli Dareyn... İki dünya saadeti sizinle olsun...