Gözleri koyu yeşil Ortadoğulu çocukların bakışında saklı umutlarla kalbini sunmalı insan dostunun avuçlarına. En çok o anlar seni, en çok o bilir kalbini, sesini en çok o tanır, sevinçlerini, hayallerini, üzünçlerini… “Yaratan bilmez mi?” (67/14) derken nasıl da bilir seni, senden daha ileri.
Yalnız, dosta yakarışın geçer akçe (25/77), elmastan daha değerli olan. Nazın, sazın tükense; zümrütten, yakuttan kelimeler birikince dudağının kapısında, gök kubbenin devasa bir makas gibi açılır kolları, süzülür melekler nurdan kanatlarında namütenahi müjdelerle. Göğün tanımlanamayan esrarı saçılır bir bir üstüne, birikir yalnızlığının eteğine, çocuksu tebessümleriyle.
Sırrını, sırları bilene açınca insan, sırdaşını seçerken titizlikle, fısıldarken içindekini özenle kalplerin özünü bilene (67/13); hüznünü, çaresizliğini, incinmişliklerini sununca sessizce, bilir ki açığa vurdukları da gizlediğini zannettikleri de kendisine sır olmayanın mahfazasındadır, ceviz sandıklarda saklı gün görmemiş çeyizler gibi en emin ellerdedir artık emaneti.
Nehirlerde yıkanarak seher vaktinde elifçe kıyama kalkan, meyveye duran dal gibi halini arzın yüzüne hicap fincanıyla arz eden, sonra mimlenip yüzüstü toprağa kapanan, omuz başlarının sakinlerini selamlayarak Ademliğini tamamlayan adamlar kurulup oturur senli zamanlara geciken düşlerimde.
Vakit akşam, akrep hazan, mevsim yelkovan. Yalnızlık lügatinin son sayfasının son satırında, sözcükler arasından gönül yordamıyla bulduğun ismini, yokluğunla yitiriyorsan, bir de vurgun ölümlerden mektuplar taşıyorsan, işte o an derviş boynu gibi düşer yorgun nefesi, kalbinin üstüne sevdiğinin.
“Ben hüznümü ve derdimi yalnız Allah’a arz ediyorum” (12/86) sözüyle Yusuf’una ağlarken, ‘Ben Yusuf’un kokusunu duyuyorum” (12/94) diyen Yakup gibi özlem sarıp ümidine, mektuplar uçur can içre bir edayla can evinden yârin evine.Yüreğin yangınlardan firar eder gibi terk-i diyar eylesin O’na açılmayan mahrem kapılardan.
“Hastalandığımda O’dur bana şifa veren” (26/80) diye iniltiler biriktiren, ‘çok içli ve yumuşak huylu’ (9/114) İbrahim gibi hiç kuşku duymadan dostundan yönel vefanın dergâhına, geceyi karanlıktan sakınır gibi sakla kalbinin yamalarını. Ayırma alnını, aşk kapısının eşiğinden heyelanla yarışan gözyaşlarınla.
“Bahar delisi mahmur erguvan
Madem hayret burcundadır aşk
Bir çift nisan olup
Yâr kokusu biriktir saçlarında” dizeleriyle içini usulca secdeye döken ve “yalnızlığından şiir damıtan şair” gibi sür, yelesinden Yunus nefesi savrulan atını, nice dar geçitlerden geçerek aşkın dağlarına.
Hazırla evini konuğuna, eteklerine telaşı dolansın misafirinin, yalnız O’na söylenecek sözleri sırala lisanında. Kaşmir bir şal gibi düşür örtüsünü ateşten bir çukurun kenarında gezinen düşlerinin. Arınıp çağın bulanık rüyalarından; kulağını, gözünü ve gönlünü ayırma yolundan;
“Sür çıkar ağyarı dilden ta tecelli ede Hakk
Padişah konmaz saraya hane mamur olmadan” diyen aşk erlerinin.
Hazinesi sonsuz ve sınırsız padişah varken dilenmek yakışır mı yokluğun kapısında?
“Her ne ister isen iste Allah’tan
Derde deva bilme kul kapısını” dizeleriyle aşk yolcularını uyaran aşıkların kaleminin mürekkebi ile doldur hokkanı.
Sun bütün kederlerini, yağmur sürmeli gözlerinle, Yâr’in tükenmeyen keremine. Gün ağarmadan, göç etmeden zaman. Geç aşkın bütün hallerinden, vardınsa hû haline.