O gün sabah her zamanki gibi kalktım. Görüntü normal bir gündü. Evet 15 temmuz Cuma günü sabahından bahsediyorum.
Kahvaltı faslından sonra eşimle selamlaşıp okula doğru yola çıktım. Sabah 10.30 sularıydı.
Niyetimiz bir sonraki hafta tatile çıkmaktı. Ramazan da yeni geçmişti. Arabayı tamire verdiğimden okula dolmuşla gidecektim. Yola iniyordum. Yürürken telefonuma mesaj geldi. Epeydir de kan vermeye niyetleniyordum. Hastane de eve yakın olduğundan hemen rotayı hastaneye çevirdim. Bu fırsatı değerlendirip kan vereyim diye.
Rutin işlemlerden sonra kanı verdim. Kalktım. Kanı verdiğim aile teşekkür etti. Rica ettim çıktım.
O an içimden “ ya rabbi verdiğim kanı, benim ve memleketim için kefaret kıl” diye anlık bir dua geçti. Tabi akşam olacaklardan haberim yoktu.
Günlük rutinin ardından, vardım okula. Günlerden Cuma idi. Okulda arkadaşlarla memleketle ilgili konuştuk, sağdan soldan. Tatil planı yapıyorduk.
Öğleden sonra arabayı almak için normal güne göre daha erken ayrıldım okuldan. Akşam düğün de vardı. Arkadaşımın kardeşi evlenecekti.
....
Saat akşam 9.30 civarında düğünden ayrıldık. Çıkışta garip bir hava vardı etrafta. Hava sıcaktı.
Eve döndük. Televizyonu açtık. Kanallar arasında geçiş yapıyorduk. Televizyonda köprüyü askerlerin kapattığını gördük.
Köprünün terör için etkili bir hedef olabileceğini tahmin ettiğimden köprüde gördüğüm manzaraya çok şaşırmadım. Tabi herkes gibi biz de başlangıçta terör tehdidi mi var acaba, dedik. O ara eşim “darbe mi oluyor yoksa?” dedi. Ben “olmaz öyle şey. 2016’da darbeye kalkışmaya kimse cesaret edemez.” Dedim ancak içime de bir kuşku düşmedi, değil.
Çünkü şehir merkezleri polise ait alan olduğundan askeri orada görmekten tedirdin oldum.
Derken dışardan bir ses daha geldi. Eşim “Dışarda garip bir ses var, bir yeri mi tarıyorlar?” dedi.
“Dışarda Resul (apartman görevlisi) el arabası sürüyordur, rahat ol” dedim demesine ama eşim haklı çıkmıştı. Mit’i tarıyorlardı.
Tabi anlamam, daha doğrusu kabullenmem ufak bir zaman aldı. O ara internete göz atayım diye elime ıpadi aldım. Açtığım sitenin hemen köşesinde “paralel darbe” yazıyordu. Gözlerime inanamadım. Eşim söylediğinde haklı olmasın diyordum içimden ama haklı çıkmıştı. Sonra ona da söyledim haklı olduğunu. Çok üzüldü haliyle. Hızlı bir şekilde televizyonu zaplamaya başladım. TRT’de bildiri okuyan spikeri gördüm. İçime tarifini yapamayacağım bir ağırlık çöktü. Salona geçtim. Evim onuncu katta olduğundan pencereden dışarı baktım. Ev Mit’e nispeten yakın. Mit’in oradan ışık ve helikopter sesi geliyordu.
Gözümün önünden 28 Şubat’tan o ana kadar yaşadıklarım film şeridi gibi geçti. Tabi geçen görüntülere duygu yoğunluğu da eşlik ediyordu. İçim ürperiyor, nefesim daralıyor, gözüm kararıyordu.
Hemen, gayri ihtiyari kelimeler döküldü dilimden, boğazıma düğümlenen yutkunmaya eşlik eden. “Ya rabbi! Bizi o karanlık günlere geri mi götürüyorsun? Tekrar mı yaşayacağız o rezil günleri. Ya rabbi tahammülü çok zor. Bizi bağışla. Bizi zalimlere deneme konusu kılma. Şu gördüğün ülkede ağırladığımız mazlumların hatırı ve hürmetine bizi bu bataktan kurtar.”...
İçeri döndüm. Yüzümden ve eşimin yüzünden düşen bin parçaydı. Hemen bir kaç arkadaşımı aradım. Paylaşmak istiyordum. Bir şeyler olsun istiyordum. Bir taraftan da 28 Şubat’ta içimize yerleşen kaygılar da vardı, telefonla konuşurken dinlenebileceğimizi düşünerek.
Ona döndüm dedim ki “ben çıkıyorum, sokağa.”
“Nereye gidiyorsun?
“Ulus’a, Kızılay’a... Nereye olursa. Benim gibi düşünenler vardır illa ki bir şeyler olur.”
“Dur o zaman ben de geliyorum seninle.”
Konuşurken telefon çaldı. Arayan hanımın arkadaşıydı. Dışarı çıkacağız deyince, 28 Şubat’ta başörtüsünden mesleğinden olan arkadaşımız da bizimle gelmek istediğini söyledi. Tabi damdan düşeni damdan düşen anlıyordu. Onlar konuşurken televizyonda, cumhurbaşkanı halkı meydanlara çağırıyordu. Cumhurbaşkanını duyunca dışarı çıkma kararlılığımız arttı.
Sırayla arkadaşlarımı arıyor ve nereye geleceklerini soruyordum. Herkes kendine bir yer belirlemişti. Kimi havaalanına kimi Kızılay’a kimi de Külliye’ye. O gün insanlar, ilahi bir organizasyonla organize olmuş ve her kritik noktaya belli sayıda insan gayri ihtiyari öbeklenmişti.
Dışarı çıktığımızda arabayı sürerken ben, ben değildim. Deli gibi kornaya basıyordum. Marketlere ve banka kuyruklarına, benzinliklere yönelenler vardı.
Yolda Keçiören’de oturan bir arkadaşım daha “beni de alın” diye aradı. Keçiören’e doğru yöneldik. İnsanlar da akın akın sokaklara inmeye başlamıştı.
Keçiören’e varınca ve arkadaşımızı alınca Kızılay’a yönelmeye karar verdik. Trafik vardı. İnsanlar arabalardan bayraklar sallıyor, tekbirler getiriyor, marşlar söylüyorlardı. Trafiğe rağmen nihayet Ulus-Opera’ya vardık. Arabayı oraya parkettik. Boş bulduğumuz bir yere. Zaten Kızılay istikameti trafiğe kapalıydı. Kızılay’a doğru adeta insan seli vardı akın akın giden.
Yanımızdan geçen bir kaç polis arabası anans yapıyor, “bize destek olmak isteyen Kızılay’a yürüsün. Bize destek olmak isteyen Kızılay’a yürüsün...”
İnsanlar yollarda öbeklenmiş, tankların üzerine çıkmışlar, ellerindeki bayrakları sallıyorlardı. Kızılay’a yaklaştıkça ezilen, sağlı sollu dizilen arabalar görünüyordu.
Bir taraftan selalar da okunmaya başlanmıştı. Öteden beri bende olumlu duygular uyandırmayan selalar o gün bana çok farklı geliyordu. Tüylerim diken dikendi.
Yürüdüğümüz yerin bir belirsizlik, bir savaş ortamı olduğunu hissetmeye başlamıştım. Arkamdan gelen eşime ve arkadaşına dönüp “siz geri dönün, bundan sonrası size göre değil” dedim. Onlar da gelmek istiyorlardı. Dönmeleri için güç bela ikna ettik. Telefonumun şarzı bozuk olduğundan o da beni öyle göndermek istemiyordu haliyle.
Yıllar yılı sosyalist arkadaşlarımdan duyarak dinlediğim parçalar, dinlediğim eski İslamcı marşlar dolduruyordu, kulağımı.
İşte bir sabah, uyandığında
Çav bella çav çav çav
Elleri bağlanmış buldum yurdumu
Her yanı işgal altında
******
Esir olmuş gören gözümüz,işiten kulağımız,
Esir olmuş yüreklerimiz, elimiz, ayağımız...
Bir gün dağlar yürür dağlar ,
Bir gün Güneş fersiz kalır......
Durum tam da marşlardaki gibiydi.
Annem küçükken hep eski savaşları anlatır, derdi ki “ gavurlar dermiş ki biz Türkleri yeneriz ama yeşil sarıklılar var ya onlar olmasa...”
Selalar okundukça hissediyordum. Yeşil sarıklılar bizimleydi. Hamza bizimleydi. Ömer bizimleydi, Ulubatlı, Genç Osman, Çanakke Şehitleri, Bedrin Aslanları... bizimleydi evet hissediyordum.
Selalar okundukça içime doğru akan ılıklık bana Çanakkale’ye gittiğimi hissettiriyordu. Geçen uçaklar, gürültüler tanklar, toplar, tüfekler nafile. Biz Kızılay’a değil, Çanakkale’ye gidiyorduk.
Bir taraftan yürüyor, bir taraftan dua ediyordum. Eskiden beri şehadeti arzulayan ben, bunun bir fırsat olabileceğini hissediyordum ama bilinç düzeyinde değil. Gayri ihtiyari.
Kızılay’a vardık nihayet. İlerimizde helikopter bir yerleri tarıyordu, Genelkurmay’mış sonradan gelen arkadaşlardan öğrendiğimize göre. Meydanda bekliyor tekbir getiriyorduk. Slogan atıyorduk. Ara ara uçaklar tepemize geliyor, sorti yapıyor, çok yüksek gürültüyle patlama sesi çıkarıyor ve uzaklaşıyordu. İnsanlar eğiliyor, çömeliyor tekrar kalkıyordu ayağa. Bir ara kendimi kaybedip uçağa doğru küfürler savurduğumu, gayri ihtiyari “korkmuyorum lan. Delikanlıysanız gelin lan...” dediğimi hatırlıyorum. Haberleri de internetten takip ediyorduk. Cumhurbaşkanı İstanbul’a inmişti. Arkadaşıma dönüp “Külliye’ye gidelim” dedim.
Külliye’ye gitmeye fırsat olmadı. Gece 03.00’te çok ciddi bir patlama sesi oldu. Meclis bombalanmıştı. Bize Genelkurmay’dan gelip katılan arkadaşlar, Genelkurmay’ın önünde durumun çok kötü olduğunu söylediler. Tankların ezdiği, helikopterlerin taradığı insanları, on metre köprüden tanklara ezilmemek isteyerek aşağı ve biri birinin üzerine atlayanları anlattılar...
Sabaha kadar tedirgin ve ne olacağını bekleyerek oyalanıyorduk orada.
Sabaha karşı Kızılay’da Güvenpark’ta meydanda namaz kıldık. Toplu bir şekilde. Günün aydınlanmasıyla meydana verilen Kuran’ı Kerim, ortama çok farklı bir atmosfer veriyordu. İçimden “işte bu, biz buyuz” dedim kendi kendime. Kızılay’da dinlemeye alışık olmadığım Kuran sesi tüylerimi diken diken ediyordu.
Hakikaten Çanakkale destanını yazmıştı milletimiz. Bu millet nice Çanakkaleler yazmaya Allah’ın izniyle layıktır dedim kendi kendime. Orada, o meydanda insanların herşeyi göze alıp geldiklerini, uçakların yaptığı sonik patlamalardan birinin, mecliste patlayan bomba gibi gerçek olabileceğini bilmelerine rağmen gitmediklerini gördüm. Nitekim ertesi gün haberlerden izlediklerimize göre tankların altına yatanlar, canını tüfeklere, ülkesine ve insanlarına zarar gelmesin diye feda edenler de bunun ispatıydı.
Epeydir kızgındım ülkeme ve insanlara. Sokakların pisliği, trafikteki saygısızlık, duyduğum anormal haberler, ranta feda edilen doğa, geleceği düşünmeyen ve hazırdan yiyen insanları gördükçe üzülüyor ve neden böyle olduğunu çok sorguluyordum. Güvenim tekrar gelmişti. Gördüğüm manzaradan epey etkilenmiştim. Halkımıza ve ülkeme ne kadar haksızlık yaptığımı düşündüm kendi kendime. Elbette davranışları yadırganan, kötü niyetli insanlar da vardı ama halkı için kendini feda edebilecek nice Ömer Halisdemirlerimiz de vardı.
Yıllar yılı “göbeğini kaşıyan adam, cahil, çoban, koyun” olarak görülen halkımız ve onları aşağılayan ama o gün bankamatik kuyruklarına girenler.
Yine yıllar yılı yeryüzü şeytanlarının Allah’a kulluktan saptırmaya çalıştığı, psikolojik harp teknikleriyle operasyon yaptığı, tarihinden, kökünden, kültüründen, özünden koparmaya çalıştığı halk, bu halk değil miydi?
Halkımıza ne kadar hakszıklık yaptığımızı düşündüm. Hani ayette diyor ya “ ya rabbi, içimizdeki cahiller yüzünden bizi helak mı edeceksin?”
Ulubatlı’nın hala yaşadığı, Çanakkale gazisi Seyit Onbaşının bayrağı devrettiği Ömer Halisdermilerden, Fethi Sekinlerden anlaşılmıyor mu?
Tankların altına yatan, tarihte eşi görülmemiş kahramanlıkları sergileyen halkımız değil miydi?
Böyleydi durum.
O gün yeryünü ve coğrafyamızı kana bulayan şeytanların yeryüzündeki temsilcileri, örtülü darbeciler CIA ve diğerleri. Onlar görevlerini yapmışlardı. Şeytandan ne beklenirdi ki. Yine ayette diyor ya. İnsanı azdıracağını söyleyen şeytana, rabbimiz “sen ancak kendi taraftarlarına zarar verebilirsin, benim muhlis kullarıma değil.”
İşte o muhlis halk, kendine, dinine, değerlerine namusuna vatanına, sahip çıkmıştı.
Elbette 15 Temmuz’la vücuttaki irine neşter attık. Yıllar yılı biriken acıyı ve irini, küçük bir cerahetle akıttık. Hani bir su toplayan bir yaranın balonu patlayınıca bir rahatlama olur ya öyleydi 15 Temmuz’la yaşanan.
İçimizdeki bu ruhun kaybolmaması için dua etsek de Allah bir daha bu türden acıları bize yaşatmasın...
- - - - -
birde bu eğitimci de Kur'an bilinci var güya...
Allah Kur'an-ı meydanlarda güzel bir nida ile okunsun diye mi gönderdi?
Yoksa, acaba okuyup, anlayıp, yaşayalım diye mi gönderdi...
Biraz düşünüp, sorgulayalım lütfen... '' hiç düşünüp, akletmezmisiniz''...