BİR KÖY ÖĞRETMENİ HATIRASI


Alpaslan Fakılı

Alpaslan Fakılı

29 Kasım 2016, 10:45

1,5 yıl görev yaptım köyde. Orta Anadolu köylerinden birinde. 15 yıl oldu köyde görev yapalı.

Yıl 2001 idi.

Dur, baştan başlayalım. Daha doğrusu 1999’dan başlayalım hikayemize. Yazdı. Ağustos ayıydı. Ağustos depremi olmuş veya olmak üzereydi. Yeni mezundum üniversiteden. Bir an önce mesleğe başlamak ve ideallerimi gerçekleştirmek istiyordum. 20’li yaşların delikanlılığında enerjiktim tabi ve idealist.

Göreve milli eğitimde başlamak istiyordum ancak olmadı. Daha doğrusunu söylemek gerekirse öğrenciliğimiz yeni bitmişti. Henüz devrimci yıllarımızdaydık. Dava vardı. Kalmam gerekiyordu. Uzatmayayım. Öyle icab etti ve gittim bir özel okulla-karşı olmama rağmen- başladım, Ankara’da. Kaldım.

O yıllar 28 Şubat’ın ilk yıllarıydı. İliklerimize kadar hissetmiş ve yaşamıştık 28 Şubat’ı. Dedim ya 28 Şubat’ın ilk yıllarıydı. Ensemizde her gün kudretli devletimizin elini hissediyor, her gün bir arkadaşımızın içeri alındığını duyuyorduk. Siyasi atmosfer oldukça çalkantılıydı. Üzerine ülkede yaşanan tv’lerde gördüğümüz domuz bağlı görüntüleri de eklenince insanların bizlere şüpheyle bakmasına yeterli derecede sebepti.

Konumuz bu değil tabi. Bu vesileyle uzatmayayım. İlk yılın ardından özel okulla ilişiğimi kesip hemen askere gittim. Böylece hem biraz kafa dinlerim hem askerlik aradan çıkmış olur hem de 28 Şubat’ın sıkıntılarından biraz olsun nefeslenirim diye düşünmüştüm ama tam tersi dolu barut gibi gelmiştim.

Çok beklemedim, girdiğim o zamanki adı kms olan kamu personeli seçme sınavı neticesinde orta anadolu şehirlerinden birinde ilçe merkezine 15 km uzaklıkta bir köye çıkmıştı tayinim.

Annemle beraber gidip köyü kolaçan edelim dedik. Gittik, gördük köyü. Orada biraz olsun dinlenmek, okumak, yazmak istiyordum. Nitekim de öyle oldu.

İki öğretmendik köyde. Aceleyle lojmanı inceledik annemle. Biraz kırık dökük lojman tamirat istiyordu. Boya badana ve benzeri işler işte. Lojmanı görünce moral bozukluğu bedemimi sarmıştı açıkçası. Ne yapacaktım burada tek başıma? Hangi ideali gerçekleştirecektim? Kim anlayacaktı beni? Nasıl iletişim kuracaktım köylülerle? Elbette onlar da benim gibi insandı ancak dünyalarımız çok farklıydı.

Tabi bu benim için ideallerimle hakikat arasında kocaman boşluğu gördüğüm ve hayal kırıklığı yaşadığım ilk anlardan biriydi. Elbette ideallerimi hiçbir zaman satmadım ve terk etmedim ama artık ideallerim de gerçeklerden kopuk olmayacaktı benim için. Aslında başkasını değil önce kendimi değiştirmem gerektiğini fark ettiğim ilk anlardan biriydi.
Zaten askerde çok yıpranmıştım.

Neyse. Köye lojmana yerleşmeye annemin de ısrarıyla, biraz da ekonomik nedenlerle karar verdim. Annemle badana yapacaktık. Tamir edip yerleştirecektik. Öyle de oldu.

İlk maaşımla kiraladığımız kamyonla köye doğru yol almaya başladık. Ne bekliyordu beni ilerde? Neler olacaktı? İçimde hafif, biraz da meraka çalan bir stres vardı.

Köye yerleşme, evin tamiri, boya ve badana işlemleri bir hafta sürdü yaklaşık. O zamanlar eylül aylarıydı.

Köyde büyüyen ben, eylül aylarına alışıktım aslında. Evlerden kaynatılan üzüm kokuları, pişirilen yufka ekmek kokuları buram buramdır eylül ayında. Bağ bozumları, kaynayan kazanlar, değirmende öğütülen unlar, kışlık turşular, konservelikler, kuşburnu marmelatları, tezek yapma işleri ve daha niceleri… Elması meşhurdu durduğum köyün, bir de kalın meşe ağaçları.

Köye giderken yanıma aldığım önemli gördüğüm eşyalar vardı. Her şeyden önce kitaplarım, takım elbisem, vb. O zamanlarda bilgisayar almak kolay olmadığından yanıma bir cd çalar ve bolca devrimci müzikler almıştım. Marşlar ve benzeri müzikler ve bir kaç da film almıştım.

Köyde bana en yakın ev 500 metre aşağıda Celal Emmilerin eviydi. Çok çocuklu bir büyük bir aileydi Celal Emmiler... Sağolsunlar bana her konuda destek oldular. Lojman, köy girişinde sol yukarda, okulun arkasında ve sırtı dağa dayalıydı. Okulun yanında hemen solunda bir pınar vardı. Sabahları çocuklar gelip kapıyı çalıp beni uyandırıyorlardı. Ben de elime aldığım sabunla havanın da güzelliği ile pınara iner yüzümü yıkardım. Sonra kahvaltı faslı felan.

Tabi genellikle kahvaltıda çoğunlukla köylülerden gelen sıcak bazlama veya çörek; duruma göre süt, taze yumurta, yufka ekmek, çökelek peyniri, taze pekmez ve benzeri şeyler olurdu.

İlk hafta ilk derste kapıdan bir ses geldi normalden faklı bir ses. Gel dedim. İçeri sırtındaki pardesüsü omzunda, kolları dışarda, başında da kasketiyle esmer ve yüz hatları gergin ve köy insanının çehresini yansıtan haliyle muhtar girdi. Elinde de kapıyı çalmak için vurduğu üzüm çubuğu vardı.

-Dövam it hoca!!!...

Çok şaşırmış ve gerilmiştim tabi üslubuna.

Şehir insanında alışık olmadığımız sözün doğrudanlığı aslında kastı değildi ama kabaydı elbette. Ben de yadırgadım ama yapacak bir şey yoktu. Çoğu meslektaşımın da bildiği gibi köylerde muhtarlar ve köy ağaları kendilerini öğretmenin amiri olarak görürler. Bu durumu ve her köyde olan aşağı yukarı mahalle kavgalarını, hısım akraba çekişmelerini yadırgamamamız gerektiği konusunda birçok meslektaşımdan benzer şeyler duymuştum.

Daha sonra muhtarla ahbap olmuştuk sık sık gelip gider oldu. Köyle ilgili ve evle ilgili birçok konuda da bana yardımcı oldu. (Çok sonraları kendisi yurtdışına gitti. Epey mühlet kendisini göremedim. Daha sonra bu yakınlarda kanser olduğunu ve vefat ettiğini duyup çok üzüldüm.)

Yardımsever insanlardı köy insanları. Paylaşımcıydılar. Sıcaktılar. Elbette eksiklikleri de vardı ama şehir hayatında epey uzak kaldığım sıcaklık ve paylaşımlara hasret olduğumdan hoşuma gidiyordu.

İlk günler evle ilgili işleri halledene kadar da muhtar bizi misafir etti eksik olmasın. Tabi köşe takımlı ev, kalın yün yatak ve yattığımda tavanda gördüğüm kalın ağaçlar ve içerde olan koku, çocukluğumdan alışık olduğum defakto durumlardı.
Akabinde köyü dolaştık muhtarla. Küçük 50 haneli bir köydü. Muhtar beni köylülerle tanıştırdı.

-Koyümüzün (n nazal n’si) taze oğretmeni...

Boğazköy’ün tabi onlara göre Bunazkoy’un taze oğretmeni olmuştum işte.

İlk haftaları annemle geçirdim ama artık onun da Ankara’ya dönüş yapma vakti gelip çatmıştı. Onu ilçeden uğurladım.  Tabi hüzünlenmedim değil. Yalnızlık zordu gerçekten.

Eve döndüğümde can sıkıntım da artmaya başladı. Boş duvarları seyrediyordum. Tın yapan bir sessizlik vardı. Özellikle kitap okuyayım diye iyi bir televizyonda almamıştım yanıma eski, sadece TRT1 çeken bir televizyon haricinde.  Ara ara marşları açıyor elime bir kitap alıyordum. Geçmişime doğru dalıyordum.

Ne yalan söyleyeyim ilk gün annem gittikten sonra korkum nasıl uyuyabileceğim idi. Alışkın değildim. Üstelik lojmanın arkası, sağı, solu, dağ, taş ve en yakın ev 500 metre aşağıda idi.

Gece rüzgar her vurdukça kapı çarpıyor, içimi bir ürperti alıyordu. Korkudan rahat uyuyamıyordum. Uykumu alamadığımdan sabah da haliyle uykusuzluk ve bitkinlik yaşıyordum. Uyku problemlerini ilk orda yaşamaya başlamıştım. Çocukluğunda cin, peri ve kurt hikayeleriyle büyüyen ben haliyle oldukça ürperiyordum. Alışmam biraz zaman almıştı.
Yemek yapmayı fazla bilmiyordum ama deneme yanılma ile kuru fasulye-pilavı öğrenmiştim. Ana yemeğim olmuştu benim.
Her günüm rutinde saat 15.00’de okul bitiyor, servis gidiyor ben yine yalnız kalıyordum.

Kışa doğru öğleden sonra eve gelince ilk işim sobayla uğraşmak olmuştu. Sobayı yakıyor, yemeğe başlıyor, çayı sobanın üzerine koyuyordum. Yemek faslının ardından çay faslında oturuyor duvarı seyrederken hayallerime dalıyordum.

Duvara kocaman, ışıl ışıl bir medine-mescid nebevi resmi asmıştım. Ekseriyetle onu seyreder ve bazen de hayal ederdim.
“Ya rabbi bir gün ben de burada, o ışıl ışıl avluda gezebilecek miyim? Hatta orada bir imkân oluyormuş öğretmenlik de yapabiliyormuşum, diyordum” kendi kendime. Tabi orada da bir Türk devlet okulu olduğunda haberim yoktu doğrusu. Sonra “ sen de buldun da fazlasını istiyorsun” diyordum kendi kendime. (Yedi yıl sonra Arabistan’a gitmek ve görev yapmak nasip olmuştu. Medine de olmasa da Cidde’de.)

Uzun zaman dilimlerinde bol bol da radyo ve türkü de dinliyor, sobada pişirdiğim sıcak kestane ve çayımı yudumluyordum. Hayallere dalıyor, iç muhasebe yapıyor ve kitap okuyordum. İç dünyama dönüyordum. Ara ara köyün karşısındaki ormanlığı dolaşıyordum. Kış girdiğinde muhtarla dağdan iki traktör meşe odunu getirmiştik. Bu odunlar oldukça işime yaradı uzun kış günlerinde.

Kış gelmiş ve her tarafı kar kaplamıştı. O yıl oldukça fazla kar yağmıştı Boğazköy’e. Uzun kış günlerinde köylüler beni arabaşı partilerine çağırıyorlardı. Orada uzun ve koyu sohbetler ediyorduk köylülerle. Bazen köy odalarına takılıyordum.
Birleştirilmiş sınıf okutuyordum. 4.- 5. Sınıf birleştirilmiş bir sınıftı. İki sınıflı bir köy okuluydu. Fakirlik çocukların yüzüne yansıyordu. Ara ara köye gelen 50 tl’lik yardımlarla ilgili bile bize gelip şikâyetlerini dillendiriyorlardı. 1,5 yıl kaldım Boğazköy’de. Hiç unutamam o günleri.

Daha sonra eş durumu tayini ile Ankara’ya geldim. Ankara Güdül’e.

Köy muhtarının vefat haberini alınca hüzünlendim doğrusu. İçin burkuldu bir an. Köy ve köy hayatı yaşayanlar ve bende hep farklı duygular uyandırmıştır. Çocukluğum da köyle geçmişti.

Gün de öğretmenler günü olunca yazayım dedim.  Tüm meslektaşlarımı ve köyde görev yapan öğretmenlerimizi buradan selamlıyorum.
 
Yorum Ekle
İsim
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.
Avatar
Selim - 8 yıl önce
Yüreğinize sağlık değerli meslektaşım.
Avatar
Mehmet ÖNCÜCÜK - 8 yıl önce
Hocam yüreğinize sağlık. Çok güzel kaleme almışsınız.
Avatar
Sevda Kızılkaya - 2 yıl önce
Yüreğinize sağlık hocam okurken her öğretmenin kendinden bir çok şey bulabileceği bir yazı olmuş
Avatar
Sevda Kızılkaya - 2 yıl önce
Yüreğinize sağlık hocam okurken her öğretmenin kendinden bir çok şey bulabileceği bir yazı olmuş