Bacağındaki sancı ile kendine gelen Tevfik, ışığın etkisiyle yeniden gözlerini kapadı. Bir süre sonra kırpıştırarak gözlerini tekrar açtı ve nerede olduğunu anlamaya çalıştı. Beyaz çarşaflar, beyaz önlükler ve steril bir koku… Özellikle duyduğu kokunun etkisi ile hastanede olduğunu algıladı. Sonra buraya neden gelmiş olabileceğini anımsamaya çalıştı. Kayalıklardan inmeye çalışırken ayağının kaydığını ve kesik kesik görüntülere dönüşen acılarını hatırladı. Buraya kim, nasıl getirmişti, bilmiyordu.
Gözlerini tamamen açtığını gören hemşire kendisini nasıl hissettiğini sordu. Bacağında biraz ağrı, başında ise uyuşukluk vardı; onun dışında iyiydi. Bunları duyan hemşire ona sormaya bile lüzum görmeden, kapıda bekleyen eşini çağırdı. Eşi Alma, çocuklarını getirmemişti. Gözleri dolu dolu:
—Geçmiş olsun canım, dedi.
—Sağ ol, iyiyim ben.
—Biliyorum. Doktorla konuştum, sadece bacağında bir kırık varmış, derken kocasının yüzündeki ve kolundaki çiziklerin hiç de az olmadığını düşündü.
Tevfik dehşetle gözlerini açtı. Hanımı sanki ölümcül bir yaradan bahsetmişti:
—Kırık mı?
—Evet. İki ay kadar alçıda durması gerekiyormuş.
Tevfik’in şaşırdığını görünce ona durumu izah etmeye çalıştı.
— Herkes bunun bir mucize olduğunu söylüyor. O yükseklikten elinde bir bıçakla düşüp de sadece bir kırıkla kurtulman… Ne kadar şükretsek azdır. Böyle söylerken, bir an kocasının daha kötü bir durumda olabileceği ihtimalini düşünmüş olacak ki gözyaşlarını tutamadı. Kocasına göstermemeye çalışarak, pembe yanaklarındaki ıslaklığı hızla sildi.
Tevfik zaten hiçbir şeyin farkında değildi. Aklı Alma’nın söylediği ‘iki ay’ kelimesine takılmıştı. Kendi kendine konuşur gibi:
—İki ay… İki ay, kazı işlerinin durması demek oluyor, diye söylendi.
Bu sözleri duyan Alma bir anda sinirlendi. Hastanede olduklarını, kocasının rahatsızlığını bile unutarak yüksek sesle:
—Ölümlerden döndün, halen ‘kazı’yı düşünüyorsun! Yeter artık! Dört senedir Sanskimost ve Kamengrad’da kazmadığın yer kalmadı. Bulamadın… Artık işine bak, biraz da aileni düşün.
Tevfik aynı dalgınlıkla devam etti:
—Zaten ailemi düşünüyorum. Anlamıyorsunuz, artık aradığımı bulmadan bana rahat yok.
Karısı biraz daha yumuşadı; ama onun sözlerinden dolayı değil de, en az iki ay bir yere kımıldamayacağını bildiği için…
—Neyse sen kendine gel, tamamen iyi ol da sonra konuşalım bunları. Hem çocuklar da annem de çok merak ediyor seni. Gülümsedi… Yarın çıkabileceğini söylediler.
Tevfik, Sanskimost Hastanesi’nden çıkıp Kamengrad’daki evlerine döndüğü günden itibaren, kazı yapacağı günleri umut ederek yaşadı. Ailesi ise onun, bu düşünceden vazgeçmesi için uğraşmakta idi. Hatta annesi, kendi üzüntüsünü unutup, onu kararından döndürmek için, işi hak hukuk meselesine kadar getirdi. Bunun üzerine Tevfik, düzeldikten sonra sadece bir hafta istedi. Eğer bir hafta içinde de bulamazsa tamamen bu işi bırakacaktı.
Kamengrad’ın yeşil yamaçları, temiz havası ve besledikleri koyunların kekik kokulu, taze sütü sayesinde Tevfik’in bacağı iki aydan önce kaynamıştı. Annesinin sarı kantaron çiçeğinden hazırladığı merhemler de yara ve berelerini, hiçbir iz bırakmayacak şekilde tedavi etmişti. Doktorlar, bu kadar hızlı iyileşmesini de bir ikinci mucize kabul ettiler. Ancak onu tanıdıkları için dikkatli olması gerektiğini özellikle tembihlediler. Zira Tevfik’in yıllardır kazı yaptığını o civarda bilmeyen yoktu.
Ancak Tevfik, bacağının sargısı alınır alınmaz, evine dahi uğramadan şelalenin yolunu tuttu. Kır çiçeklerinin kokusunu duya duya yokuşu inmeye başladı. Bacağına basmakta zorlanıyor, bu nedenle ağır aksak yürüyerek ilerleyebiliyordu. Şelalenin karşısına geçip oturdu. Yüzüne çarpan damlaları daha iyi hissetmek için kafasını kaldırdı, gözlerini yumdu. Bu serinliği özlemişti. Fakat yine de kafasının içine mesken kurmuş düşüncelerin hücumuna uğramaktan kurtulamadı. Yüzü kızardı. Yıllar önceki kaygısızlığı olmasaydı belki bu azabı çekmeyecekti. Yurt dışında yaşadığı rahat hayatın ceremesiydi sanki bunlar.
Şelalenin kuvvetli sesi dahi, düşüncelerinin sesini bastıramıyordu. Hafifçe bir rüzgâr esti. Serin bir çiçek kokusu, taze nane ve kekik kokusuna karıştı. Gayri ihtiyari rüzgârın estiği yöne baktı. Düştüğü kayalığın sivri tepesini gördü. O tarafa doğru gitmeye meyletmişti ki bacağında bir sızı duydu. Vazgeçti ve yolunu eve doğru çevirdi.
Birkaç gün sonra ailesinden aldığı bir haftalık müddeti kullanmak için yine izin aldı. Annesi bunu, tehlikeli yerlere uğramaması şartıyla kabul etti. Yaz güneşinin etkisiyle sararan buğday ve mısır tarlalarının yanından geçti. İki ay boyunca düşünmesine rağmen nereyi kazması gerektiğine karar verememişti. Karısı ve annesi haklıydı galiba, bu topraklarda kazmadığı yer kalmamıştı. Bir süre gittikten sonra bacaklarının yorulduğunu hissetti. ‘İki ay evde kalınca nasıl da hamlamışım’ diye düşündü. Bir kestane dalının koyu serinliğinde dinlendikten sonra, tekrar yola koyuldu. Aslında düz bir yoldan gitmiyor, nereye gideceğini bilemez halde dolanıyordu.
Bir taşa oturmuş dinlenirken, üzerinde sayısız canlıyı barındıran toprağa baktı. Ondan bir sır almak ister gibi eğildi, toprağı dinledi. Sonra bir avuç toprak alıp elinde sıktı. Kuru toprak avucundan su gibi aktı. Birden, ‘Benim aradıklarımı nerede saklıyorsun?’ diye bağırmak geldi içinden. Sonra rüzgârın serinliği duyup sakinleşti.
Yine ‘Zamanım kısıtlı, bir an evvel aramaya başlamalıyım’ diye düşünürken kaza sırasında kaybettiği kama geldi aklına. Zaten içindeki merakı yenememişti. Bu nedenle kırılan ayağını yine iki ay önce düştüğü kayalığa doğru sürükledi. Etrafta kimseler yoktu. Aslında bu civarlara koyun sürülerinden ve sahiplerinden başka uğrayan olamazdı. Onlar da tehlikesine rağmen, buradaki bin bir çeşit otun hatırına gelirdi bu yerlere.
Tevfik, öncelikle tepeden dikkatle bakarak düştüğü yeri tespit etmeye çalıştı. Muhtemelen bir ağaca takılarak hızı yavaşlamış, o şekilde kurtulmuştu. Çünkü dedikleri gibi bu yükseklikten düşüp de kurtulması imkânsız görülüyordu. Yine o an koyunları otlatan bir köylünün onu görüp, kurtarması da ayrı bir şanstı.
Keskin bakışlarla dikkat kesilmiş incelerken, kayaların arasındaki kırık dalı gördü. Ayağını bastığı taşlar sağlam olmadığı için, o daldan tutunduğunu ve dalın kırılmasıyla yere yuvarlandığını hatırladı. Muhtemelen yerdeki ağaç da tek bir kırıkla kurtulmasına vesile olmuştu. Bunları düşünürken, aşağılarda bir pırıltı belirip kayboldu. Bu pırıltının, düşerken elinden kayan baba yadigârı kama olduğunu anlamakta gecikmedi. Başına gelenleri unutup kayalıktan vadiye doğru süzülmeye başladı. Bastığı kayalar bu kez sağlam çıktı ve epey uzun sürdüyse de sağ salim yere indi. Bıçağı küçük bir kaya parçasının dibine saplanmıştı. Kamanın işlemeli, ahşap sapından tutarak çıkarmaya çalıştı. Birkaç kez denemesine rağmen başaramadı. Toprağın dibinde sert bir cisme saplanmıştı sanki. Eliyle bıçağın etrafındaki toprağı aralamaya başladı. Birden eline sert bir cisim dokundu. Heyecan ve merakla eli daha da hızlı hareket etmeye başladı. Bıçağın sapladığı cismin dört yıldır aradığı şeyler olduğunu fark edince gözyaşlarına boğuldu. Gözyaşlarıyla ıslanan toprağı aralamaya devam ederek bulduğu bütün hazineyi çıkardı. Evet, tüm bu buldukları onun için bir hazine idi. Uzman tespiti olmadan bu konuda emin olamasa da, içinden gelen bir ses aradığını bulduğunu söylüyordu.
Günler sonra klinik laboratuarından sonuçlar geldi. Bir hazine gibi arayıp bulduğu kemikler, babasına aitti. Tevfik, Almanya’da çalışırken Bosna’nın o acı savaşı başlamıştı. O ise işlerini yoluna koymaya çabalamaktaydı. Anne ve babasını yanına aldırmaya çalışmış, ancak onlar, her şeye rağmen köylerinden ayrılmak istememişlerdi.
Evlerini yıllardır kasabanın tepelerine yapan Sırp komşuları, savaş başlar başlamaz Kamengrad’ı topa tutmaya başlamışlardı. Ellerine geçirdikleri Boşnaklardan bir daha haber alınamıyordu. Bunların arasında Tevfik’in babası Mehmed Dedo’nun arkadaşları da vardı. Mehmed Dedo, yapılanlara dayanamamış, karısının ısrarlarına rağmen onlarla savaşmak için çok eski barut tüfeğini de alarak dağa doğru çıkmıştı. Sonrasında ise kendisinden hiçbir haber alınamamıştı. Tevfik bu haberi duyup yurduna döndüğünde savaş bitmek üzereydi. Uzun zaman babasından bir haber alabilmek için aramadığı kimse kalmadı. Sadece bir Hırvat tanıdıkları, babasına Sırpların çok işkenceler yaparak öldürdüklerini söyledi. Bu habere inanmak istememesine rağmen, uzun zaman hakkında başka hiçbir bilgi bulamadığı babasının ölümünü kabullendi. Bütün bunlar, o ülkesine zamanında dönmediği ve babasını yalnız bıraktığı için olmuşçasına vicdan azabı çekmeye başladı. En azından babasının kemiklerini bulup, ona olan son görevini yerine getirmek istiyordu. Dört seneyi aşkın bir süre kazmadığı toprak kalmadı. Babasının dışında pek çok şehidin kemiklerini buldu, cenazelerine katıldı. ‘Savaşa katılıp şehit olsaydım da bu azabı yaşamasaydım’ diye düşündüğü çok oldu. İşte geçirdiği kazadan sonra, Allah’ın yardımıyla, aradığı cenazeye ulaşmıştı ve nihayet babasına layık olduğu mezarı yaptıracaktı.
Tevfik gibi Bosna’daki pek çok insan, hazine için değil, kaybettikleri yakınlarını bulmak için kazı yapıyor ve mücevher değil, maalesef, insan kemikleri buldukları zaman acı bir huzur ve mutluluk duyuyor.
- - - -