Kentler vardır ömrünü verdiğin, kentler vardır umutlarını, hayallerini sessiz ve derinden alan. Yavaş yavaş tüketen nefesini, saçlarına kırağılar tutuşturan. Ardında, yığın yığın yılgınlıklar, istiflenmiş yıkıntılar, özenle sıralanmış yanılgılar bırakan.
Bu şehre on yedi yaşında geldim. Nice yüzlere tanık oldum, nice yüzler tanık oldu yüzüme. Nice gözler gördüm, nice gözler arayıp buldu gözlerimi. Her bir sokağında bir hatırası, her bir kaldırımında ayak izim kalan bu kenti, itiraf etmeliyim ki hep zoraki sevdim.
Bugün, aradan otuz yıldan ziyade bir zaman geçmiş ve ben kaçıp gitmek istiyorum bu kentten şimdi. Nedensiz, umarsız, çıkarsız hiçbir sebep göstermeden, hiçbir bahanenin ardına sığınmadan, pişmanlıklar sıralamadan, hayıflanmaları uç uca eklemeden gitmek istiyorum bu kentten ardıma dönüp bakmadan.
Neler değişmedi ki bu kentte? Gar’ın hemen yanı başındaki terminalin yerinde gökdelenler yükseliyor. Rahmetli babamla bir kereliğine de olsa yan yana oturduğumuz banklar da yok yerinde. Ulus’un yokluk yılları, Yüceler Pasajı hepsi enkaz altında kaldı. Kırk dört numaralı Demetevler otobüsü artık geçmiyor Kömür’ den. Ne Kalaba Camialtı kaldı ne de Keçiören Özgür Apartmanı…
Ne Yüzüncü Yıl Çarşısı’nda soluklanışımız ne de Gençlik Park’ından Beşevler’e yürüyüşümüz, cebimizde kalan son parayla fakültenin öğle yemeğine yetişme telaşımız. Ne de sabahleyin, uyandırmaya kıyamayıp ‘cebindeki paranın yarısını aldım’ notunu bırakabileceğimiz dostlarımız kaldı.
Ne Demetevler On İkinci Cadde’deki yer sofrasında dokuz kişinin bir gazete kâğıdının etrafına sığdığı ve sığındığı kahvaltıların tadı kaldı ne de iki ranzanın, dört bedenin sığdığı o daracık odalar. Balkonda asılı yakasız beyaz gömleklerimizin kesif karbon monoksit marifetiyle kurumadan kararan rengi bir de.
Denizciler Caddesinden kalkan Mamak Üreğil dolmuşlarında, salt ‘azla yetinen’ yüzlerde görünen mutlu insan suretleri da yok artık. Derbent Araplar Mahallesinin gecekondu bahçelerinde ve yanık bir Anadolu türküsü eşliğinde pişirilen üstüne üstlük yemeden önce ikram edilen gözlemeler de.
Hacı Bayram’da Seha, Kızılay’da Birleşik Kitapevinin yerinde yeller esiyor şimdi. Seyranbağlarında, mazıların üstüne dikilen beton yığınları soluksuz bırakmış nice aşklara tanık dut ve vişne ağaçlarını. Göğe uzanan upuzun kavakların tutunduğu toprak da simsiyah asfaltla kaplandı.
Ne bir sabah sarmaşıkların çepeçevre kuşattığı bahçemizde yıllar sonra da olsa açan zambaklar var artık ne de Hıdırellez zamanı gün gün serpilen gül ağacının dibine dilek taşları serpiştiren güzel yüzlü çocuklar. Her biri alıp başını gitti bu kentten.
“Gidersen kar yağar avuçlarıma” serzenişini kim seslendirir, “Gidersen yıkılır bu kent kuşlar da ölür” kaygısını kim çeker ardınızdan bir ozandan özge? “Gidersen kim sular fesleğenleri / Kuşlar nereye sığınır akşam olunca” sorusunu kim sorar ki “hüznün isyan olur” diyen Ahmet TELLİ’ den başka?
Fırtınanın oyduğu bir kayaya tırmanıyor ruhum, dev kanatlı bir kartal gibi omuzlarıma çöküyor bu kent. Gülüşünün açtığı yaradan giriyor rüzgâr, ay yürürken gecenin üstüne, hüznün de kalbi vardır elbet.
Saçlarımda yağmur kokusu, dokununca kırgın anılara, sözlerim var köprüleri taşırır, ürken bir serçe sürüsü gibi. Bu kentte ne zaman yılgın ve telaşlı gece olunca, gökten bir damla şiir düşer yeryüzüne, süzülen kuşların kanadında.
“Gidiyorum / bu şehri bu yağmuru / bu düşleri / bu aşkı bu kavgayı bu kederi size bırakarak.” Sahi, neydi Behçet AYSAN’ ın kalemine düşüren bu dizeleri? Ya da ‘kent şarkıları’ neden hep yarım kalırdı?
Göğü mavi, denizi gözlerindi bu kentin. Kayıp mektuplar gibi hiçbir sokak sana çıkmıyor artık. Kırık dökük ne varsa hatıralar adına, bir sonbahar gibi savrulmuş kuruyan yapraklarla.
“Çıkar giderim bu kentten daha olmazsa,
Sensizliğin bir adı olur, bir anlamı olur belki” diyor ya Cemal SÜREYA
Ne Şubat’ı, Şubat ne Eylül’ü, Eylül bu kentin. Şubat’ta gözünü kırpmadan yetim, Eylül’de öksüz bırakıyor seni, üstelik zemheride ıpıssız makber. Bir sebep göstermeli bana bu kent, gerekçeli bir karar, vazgeçmek için bir neden, senden bir ses, bir iyi haber…
Süpürgeden uçan bir at yapınca kendime uçup yükseleceğim usulca, konmadan hiçbir yürek pistine, donmadan, bulanmadan bir ırmak gibi akıp gideceğim buralardan sessizce. Ya dört kol üstünde ya dert yol üstünde.
Hüseyin ÇOLAK
Dertle giderse belki, dörtle giderse asla!
Aman hocam boş ver yaşa gitsin