Siyasetin sevimsiz ellerinden kurtulup edebiyatın sevdalı ellerine tutunmak istiyorum bu yazımda. Kalbimi kapıp giden bir şiirin ardından gitmek, koşmak istiyorum. İçimde bir yerde unuttuğum ellerimi, kalemin dua gibi dokunuşlarına armağan edip, ellerimde biriken hüznü, leyla’sız olan şehrin sokaklarından, ayazın firar ettiği mevsimlere emânet etmek istiyorum.
“Sonbahar bitiyor; eğer ki topraktan ise gelmeler, yine oraya, toprağın sır dolu definesine doğrudur gitmeler” diyor kalemim. Anamın kucağından, gülüşü hüzün salan, beni içime çağıran, cânı toprağa eğdiren, düşlerime sarı giydiren mevsimin çağrılarına hicret ediyorum…
“Gemi, sadece kaptanın istediği limana gider, kendi limanına gitmek istiyorsan kaptanlığını yaptığın gemiye bin” diyor kalem. Ardından, gönlümü hüznün gemisine bindiren sonbaharı terk eyleyip, dağlara düşen karın davetiyle, üşüyen ellerimi şükrün ve sükunun limanına bağlıyorum, kendi gemime binmek için. Dilimi; kalemi güzel, sözü gizemli şair dost Salih UÇAK’ın şiirinde ısıtıyorum, beklerken;
“Kalk gidelim buralardan azize
Eylülün gidişi gibi
Sessiz ve sakin olsun gidişimiz
Kalk gidelim gönlüm
Sarardı mevsimi ömrümüzün
Akacak yaş aksın dokunma gözlerime
Göç zamanıdır
Bak bitiyor ekim
Kalk haydi
Yusufleyin gidelim
Yalnız kalsın kuyular
Kapıyı çarpmadan
Güne bakmadan
Geceyi sarıp çıkalım şehirden
Kasımları soldurmadan gidelim
Çağrısız gidelim azizem
Şaşaasız, gürültüsüz
Vedalaşmadan el sallamadan
Ismarlamadan
Yalnız kitaplar özlesin bizi
Yalnız sokaklar
Ve geceler
İki çay bardağı bir de yalnızlık özlesin bizi
Yarım kalmış şiirler
Ve duvara çizdiğim hüzün…..”
- - - - -
Kamu Saati
Hüzünler saçarak git
Sonbaharı bırakırken arkanda
Git kardeşim seni bekleyen Kış'a git