Girdinse İbrahim gibi nâre, ha toprakta gül olmuşsun, ha ateşte kül. Tütmeden yanana, defne yaprağında yel, nehir yatağında sel olmak ne fark eder? Kurakta göl, sahrada çöl olmak umurunda mıdır aşkın gülşenine düşenin. Revan olana yol, Yâr’in kulpundan tutunana kol mu gerekir?
Üryana aba ne gerek, taçtan göçene, hırkadan geçene neyler kasırga, yağmur? Derde sarınana şal neylesin, dermandan yüz çeviren midir yalnız devadan mahrum? Payına ne düşmüşse aşktan insanın, hesaba gerek kalmaz, aşkı kadardır insan, aşka hükümlü ise mahkûm.
Dağlarına bahar gelmeyen memleket kimin mülküdür? Gönül hanesinde mihman olan yol aramaz yabana, dilinde bin bir türlü gam olsa da. Can kuşu uçmaz kafesten, kanadında ırak ilden ‘gel’ yazılı o pusula olmazsa.
Kuşların tünemediği hangi ağaç, dala muhtaç olur? Aşka kanat çırpan, bir de akşam olunca şefkate sığınan hangi kuş üşür? Hangi Ozan, ‘Kuşlar nereye sığınır akşam olunca’ diye sorardı o zaman?
Gülü diriye, karanfili ölüye veren hangi eldir, adı ah ile anılırken vefasızlığın? İnsan, dudağından öpüyor günahı, elleri ateşe dokunurken. Taşların, kuşların ve gözyaşlarının şiirini, yazacak şairler elbet bir gün.
Sorabilseydin Süleyman’a, mülkü mü, mührü mü tercih ederdin, yoksa “O ne güzel kuldu” (38/30) diye bin yıllardır dillerde anılmayı mı? Limanı olana fırtına neylesin?
Bir lisan, iki insan ederken, iki lisanın bir insan ettiği pazarlar ne zaman kurulur bilir misin? Gözün kelamı, sözün kelamından üstün olunca akkor köz bile yakmaz avucunu er kişinin bilesin.
Yeryüzü, Yâr yüzü, bir de gökyüzü, aşk yüzü olunca, dünyanın Hak yüzü olduğunu bilecek insan. Kalemler, O’nun adını yazmaktan uzaksa, kırılsın divit, dağılsın hokka, dökülsün mürekkep.
“Gerçek övgü, bizden hüznü giderenedir” (35/34) diyenleri bir düşün! İki büklüm olmuş dağları, baharı rüyalardan ayıran kokuları, hiçbir çiçek açmadık sevinçleri, yıldızlara bakan balkonsuz evleri, gülleri üşüten rüzgârları, erguvana duran yorgun baharları…
Teni kavruk, gönlü yanık bir derviş, düşürse dilinden esmanın ve eşyanın en gizil esrarını, yalnız sözle çatılan sarayların enkazını, bir bir anlatıverse göklere yükselemeden ayakuçlarımıza düşüveren teri taze duaların endamını.
Devşirse Hızır, alınlarından, seherde, uzasın diye saçlarını dağın gözyaşlarına süren genç kızların telaşını. Toplasa, evlerin terleyen damlarından, bir martının canhıraş çığlığı ile uyanarak, kaldırımlara savrulan yalnızlıkları. Sonra küreyip sürse, gök ekini erlerin secdelerde terleyen alınlarına; serin rüzgârları, kırkikindi yağmurlarını…
Bilesin ki, ne zaman özlese gök kubbe, yeryüzüyle konuşmayı yüz yüze, yağmur iner bulutların göğsünden, öpmek için toprağı emziren suretinden. Sen de alnını feda et, örsele dizlerini, toprağa değsin avuçların ki ses olsun dağlar suskunluğuna, Davut gibi.
Göz yangını, köz yangınından daha yamandır bilesin. “Bir Taptuk kul gözlerinden vurursa/Parmakların eğri ağaç tutamaz’ diye sızlayan bir acının söz yangınına sözlendin demektir. İşte o zaman kuşlar; yalnız, kalbine konar insanın.
Kalbinde heyelan, dilinde heyelan olunca, kabrinde heyelana hazırla kendini. Hayal değil, elbet kapanır bir gün canın sürgüleri. Adı meczuba çıkar kimi kaygıların, kopunca gecenin imamesi, dağılır yıldızlar gökyüzünde.
Yanık bir türküden ibaret değilse uykularımız, zaman, yalnız bir ağız dolusu ağıt getirir bize. Uzağındaysak ayın üstümüze düşen gölgesine ve zemheri bir hüzne ayarlı zamansa gözlerimiz, aşktır geceleyin uyku gibi çöken üzerimize.
“Ellerimden çıkmıyor ellerinin izi” diyen ozanın elem ağrısına, katıksız tanık olan ya da içimizdeki kuyunun sonunu gören kaç göz vardır ki O’ndan başka.
Ihlamur kokulu uykuların eşiğinde fırtına kuşlarının sığındığı limanları arıyor pusulasız gemilerimiz. Öte yandan, için için ve derinden, aşı tutmayan umut gibi toprağında kaygılar kök salıyor insanlığın, yoğrulduğu hamurundan habersiz.
Sesinle büyüsün göğün çadırı, ellerin kavrasın buluttan gölgeler gibi dağları ki, gökten bir el onarsın evreni, sonra gövdeni. Baharda dal uçlarına çiçekler konduran şefkat, çepeçevre kuşatsın üşüyen bedenini.
- - - - - -