Senin için bu şehri sevdik. Sen bu şehri sevdin diye. Sokaklarında senin sesin, aktarlarında senin kokun var diye.Taşlarına aşkla dokunduğun için kara taşını bile sevdik. Biz, sevmeyi senden öğrendik. Çünkü sen, değil sevdiğini, sevdiğinin sevdiğini de sevdin. Gökyüzü sofrasında ayı bölüştüren parmaklarını, dokunduğu yetimin saçlarına baharlar getiren ellerini sevdik. Bir de bakışıyla Hattab’ı, habbaba dönüştüren gözlerini sevdik.
Yaşadıklarımızla inandıklarımız arasındaki makas her geçen gün hızla açılıyor ve birlikte seyre daldığımız coşkun ırmaklar iki kola ayrılıyor sevdiklerimizle. Okuduğum kitapta;’dünya oyun ve eğlenceden ibarettir’ (29/64) diye seslenen bir cümle çarpıyor yüzüme. Tükendi muarız kelimeleri çağın, ahengini kaybetti dağlar, kalplerimiz kalp para gibi karşılık bulmuyor aşk pazarlarında.
Kalpleri katılaşan şefkat yoksunu insanı anlatırken; taşı işaret ederek; içinden nehirler kaynayan ya da çatlayıp bağrından sular fışkıran, bir de aşk, şevk, hayret ve haşyetinden bağlı bulunduğu yerden koparak yuvarlanıp başını vura vura aşağılara doğru telaşla koşan taşları (2/74) emsal gösterip, taşın bile gönlünü alan Sevgili’nin sevgilisinedir mahcup hitabımız.
İsmail’i incitmeyen, İbrahim’in bıçağının ikiye biçtiği taş, kutlu dişini kıran taşa ne denli kaygıyla bakıyorsa o denli nedamet içindedir, suçluluğun pişmanlık rüzgarında şimdi de mücrim taş. ‘Ağustos ayında bile tene har lazım. Hoş geldin ey ateş-i aşk, emrindedir ömr-ü canım. Gel ey cihanı titreten sevda, gel; gel de baharı öp alnımda.’ teslimiyetiyle başını taştan taşa vuruyor şimdi taş. Taşın, aşkla ve insanla en ağır imtihanına tanık oluyor bugün devr-i taş.
Hatırlar mısın Sevgili? Süheyl’i. Ah Süheyl! Senin, çağları aşarak iki dünyayı da kuşatan ünvanına takılmıştı kalbi ve gözleri muteriz bir dille Süheyl’in. Sonra nasıl baktın ona ki Sevgili, nasıl dokundu ellerin ki yeryüzünün en kadim evinin damında hançeresi yırtılırcasına seni anlatıyordu, herkesi sana çağırıyordu sesi. Ne oldu da sana hınçla uzanan elleri, rüzgarla çölün kumlarına savrulan saçlarını; toz, toprak ve kumlar arasından bulup okşar hale gelmişti.
Senin o şefkat sağanağı bakışına ve gönülleri kuşatan kutlu nakşına muhtacız şimdi. Hırsla açılan ağızlardan dökülen hınç dolu, öç dolu sözlere karşı nasıl bir sabırdı ki senin sabrın, adaleti ile öfkesi at başı giden dostuna ‘dur’ demiştin ‘Bir gün o dilden seni tebessüm ettirecek sözler duyacaksın’ öngörüsü ile teskin etmiştin dostunu. Senden sonra, senin için Süheyl’in dilinden inci gibi dökülen sözleri karşısında seni hatırlayıp ağlayan Ömer’inin gözyaşlarına da dokundu mu ıtır kokan ellerin Sevgili?
Gönlümüzü süsledin diye ‘dilârâ’ dedik sana, kalbimiz bağlandı diye ‘dilbeste’, gönül alandın diye ‘dilrubâ’, kalbin yaralı diye ‘dilhûn’, gönülleri rahatlatansın diye ‘dilâsa’, yiğit ve yürekli oluşuna hayretimizden ‘dilâver’, gönülleri bağlayan olduğun için ‘dilbend’, gönlümüzü güvenle alıp götürdüğün için ‘dilber’ , sevdiklerine gönül verdiğin için ‘dildâde’, kalpleri kuşatan olduğun için ‘dildâr’, ışığı sönen gönüllerimizi aydınlattığın için ‘dilefrûz’ diye seslendik sana.
Yaldızlı sözlerimiz not düşülsün diye değildir sana hitabımız, şerh etsin diye kalbimizin tıkanan damarlarını, örselenen yetimliğimize merhem olsun diye. Masum, şefkat yüklü ve terli avuçlarda adımızın gölgesinin düştüğü anları, bir damla gözyaşı eşliğinde değişmeyen adreslere götüren dualarda yaşamaya özlemimizdendir, sana hitabımızdaki özen.
Terk edecek neyimiz varsa hepsini terk edip, sana gelme kaygısında birleştir kalplerimizi. Öyle dokun ki kalbimize, yollar açılsın sana, Kardeşin Musa’nın Kızıldeniz’e dokunan asası gibi. Avuçlarına doldurup çıkar bizi gecenin günah renginde fırtınalarından, Nuh’un gemisi gibi. Al bizi, kirlenen çağın bin Nemrut şiddetinde yangınlarından, Atan İbrahim gibi. Sar bizi, bütün evreni saran kollarınla, kundakta Meryem’in korunan yavrusu gibi. Sakla bizi, saklı bahçelerinde emanet bir yetim gibi.
‘Biz seni yetim bulup barındırmadık mı?’ (93/6) zerafet ve merhamet yüklü hitabını hatırlayıp mahcup bir yüzle, kirpiklerimizi, hicabı kılıp gözlerimizin, saçlarımıza tüneyen kuşları ürkütmeden sesleniyoruz sana ve incitmeden kelimeleri;
“Yollarına döşedik dualarımızı
İşaret taşları gibi
Ve senin salavat adacıklarına sığındık efendim
Terk edip kağıttan kentlerimizi.” …