Toplum hayatı, doğal bir olgudur. Tarihin her döneminde insanlar topluluklar/ gruplar/ birlikler halinde varlığını korumaya çalışmıştır. Bilinçli olarak bir araya gelen insanların bu örgütsel yapısı ne var ki tıpkı kâinattaki her varlıkta olduğu gibi mutlak ve kalıcı değildir. Sürekli hareket halinde olan bu topluluklarda hareketin doğası gereği çatışma vardır. Söz konusu hareketten doğan çatışmadan insanların etkilenmemesi mümkün değildir.
İnsan, sosyal bir varlıktır. Tek başına yaşamını sürdüremez. Kâinatın yaşam döngüsünde o da bir parçadır. Varlığını ve varlığının devamlılığını diğer insanlarla birlikteliğinden doğan güçten alan insan, söz konusu birlikteliği ve birlikteliğinin devamlılığını, insanî değerlere sahip olmak ve o değerleri korumakla yaşayabilecektir.
Cemiyet hayatındaki tecrübelerden doğan bu değerler; fertlerin birbirinin yaşam hakkına saygılı olmayı, samimiyeti, hoşgörüyü, dürüstlüğü, tahammülü, sabrı, sevgiyi, merhameti, şefkati; herkesçe kötü kabul edilen ve zarar verici olan davranışlardan uzak durmayı; kısacası millî ve manevî değerlerin yanında evrensel ortak değerlere sahip çıkarak korumayı, yaşatmayı ve aktarmayı gerektirmektedir.
İnsanî değerlerin neler olabileceği sorusunun cevabını tarih boyunca arayan insan, toplum hayatının oluşumunda ve devamlılığında, diğer yaratılmışlardan farklı olarak akıl yetisi ile muhâkeme etme gücüne sahiptir. Muhâkeme ederek, iyi ile kötüyü ayırt edebilen ve tercihini iyiden yana yapan insan, varlığının doğal kaynağı olan eşref-i mahlûkat mertebesine yükselebilecektir.
Öte yandan toplumlar, maddî ve manevî, psikolojik, sosyolojik, ekonomik, özellikler ve üretim biçimleri gibi çeşitli disiplinlerin etkileşiminden müteşekkildir.
Doğurgan bir yapıya sahip olan varlık âlemi, kendini besleyen ve kendinden beslenen unsurlarla aynı zamanda birbirinin gıdası gibidir. Sadece biyolojik, maddî, bedenî yapının bozulması salt maddî varlığı olumsuz yönde etkilemez. Psikolojik yapımızı da doğrudan olumsuz yönde etkiler.
Toplumu meydana getiren bu unsurlardaki değişim, beraberinde toplumda da değişime sebep olmaktadır; zîrâ kâinat hareket halindedir. Hareketin olduğu yerde çatışma kaçınılmazdır.
İnsan davranışlarından doğan ya da doğabilecek çatışmaların ilişkilerde ve iletişimde sorunlara sebep olmaması için çeşitli davranış kuralları, hukukî düzenlemeler ilkeler, düşünce, gelenek ve görenek disiplinleri düzenlenmiş ve toplum tarafından yaşam biçimi olarak kabul edilmiştir.
Toplumsal düzeni sağlamada, bireylerin huzur ve refahını temin etmede din ve ahlak kurallarının ayrı ve ayrıcalıklı bir yeri ve önemi vardır.
Din, kutsal kabul edilen değerlere inanmayı, bağlanmayı ve kaideleri doğrultusunda bilinçli bir tercihle iradî davranış geliştirmeyi gerektirir. İnanç ve iman boyutu ile din, insanların yaşamlarını düzenleyen, davranışlarını şekillendiren bir özelliğe sahiptir. Her insan, mensubu olduğu dinin emir ve yasakları doğrultusunda hayatı anlamlandırmaya ve hayatını şekillendirmeye çalışmıştır.
Din, yaşandığı döneme, kabul edilen dinin emir ve yasaklarına ya da algılanma şekline göre farklı farklı anlamlandırılsa da temelinde insan birlikteliğini düzenleme ve düzenden beslenen güzelleştirme gayesi gütmektedir.
Nitekim Berger; “Hayata anlam ve gaye kazandıran din, insanın dünya kurma girişiminde stratejik bir rol oynamaktadır. Din, evrenin tamamını insan açısından manidar bir varlık olarak kavramanın cüretkâr bir girişimidir.” tanımını yapar.
Bu sebepten din, insanı anlama ve kâinatı keşfetmede etkin bir rol oynayan insanbilimleri ile girift bir biçimde, insan davranışları üzerinde güçlü bir etkiye sahiptir.
Ünver Günay Hocamız da “Her din, bir toplum içinde ortaya çıkmakta ve gelişmektedir. Bilinen bütün toplumlarda bir dine rastlandığı gibi, sosyal bir olgu olması nedeniyle sorunların, olayların ve çatışmaların olmadığı bir din de mevcut değildir.
Dinin bir topluma mal olması, bir cemaati ortaya çıkarması, dini olayların belli ölçülerde ve karşılıklı olarak öteki sosyal kurumsal ve kavramsal yapılara, coğrafî faktörlere ve çeşitli değişkenlere bağlı bulunduğunu göstermektedir. Söz konusu değişim ve dönüşüm din ve toplum bağlantısının en bariz göstergesidir.” değerlendirmesinde bulunur.
Din, insanların tercihlerinde, özel hayatlarında ve toplum içindeki davranışlarında ehemmiyetli bir yere sahiptir.
Ahlak ise ‘doğru’ ya da ‘yanlış’ olarak nitelendirilen davranışların ‘iyi’ ya da ‘kötü’ olarak değerlendirilmesidir.
Alman düşünürlerinden H. Heimsoeth “Yeryüzünde insanoğlu varlık gösterdiği günden beri ahlak anlayışı bir dinden öteki dine, bir milletten öteki millete göre az ya da çok değişmiştir. Sanat ve dil nasıl ki değişim ve gelişim halinde ise ahlak da dinlere ve milletlere göre değişim ve gelişim halindedir.” tespitinde bulunur.
Ahlâk, “el-halk” ya da “el-hulk” kelimesinin çoğuludur. Arapçada insanın fizikî yapısı için genellikle “halk”, manevi yönü için “hulk” kelimesi kullanılır. El-hulk, insanın karakter yapısını karşılar. “Ve sen elbette yüce bir ahlâk üzeresin” (Kalem, 68/4) âyetindeki ahlâk kelimesi bu anlamdadır.
Öte yandan ahlâk, irademizle doğrudan bağlantılıdır. Nitekim insanın hür iradesiyle ‘niyete’ bağlı ve sürekli olarak ortaya koyduğu ve iyilik üzerine inşa olmuş eylemi, tutumu ve davranışları” onun ahlâkının göstergesidir.
Niyetlerimizi şekillendiren ve besleyen değerler aynı zamanda ahlâkî tutumumuzu da belirleyecektir. “Ahlâkta iyi niyet meselesi çok önemlidir.” (İmmanuel Kant’ın Ahlak Felsefesi, s. 67)
Pek çok düşünür de ahlâkın tanımını yaparken onun kaynağını, etkilediği ve etkilendiği sahayı farklı kelimelerle tanımlamıştır.
Örneğin Gazâlî, ahlâkî değer için ‘fazilet’ kelimesini kullanır.
Sokrates, yorumunun temeline davranışı alır ve erdem olarak görür. Erdemin ‘bilgi’ demek olduğunu, faziletsizliğin de bilgisizlikten nüksettiğini söylemiştir.
Aristo ise “ İnsan, gerçek erdeme sürekli çaba, öğrenme ve uygulama ile ulaşır.” şeklindeki değerlendirmesiyle akla uygun olan hareketin, erdeme de uygun olduğu görüşündedir.
İyi ve kötü davranışların, uygulamadaki karşılığının kaynağı olan ahlâk, insanı var olduğu günden günümüze bu yönü ve gücü ile etkisi altına almaktadır.
Davranış ise, insanların gözlenebilen, kaydedilebilen ve ölçülebilen bütün etkinlikleri olarak tanımlanabilir.“ Bu etkinliklerin ortaya çıkışı ise varlığın, belirli uyarıcılara karşı gösterdiği tepkilerdir. Her hangi bir davranış incelendiğinde, o davranışın gelişi güzel oluşmadığı, davranışın arka planında bilişsel, duyuşsal ve psiko-motor, sosyal sebeplerin olduğu görülecektir.
Bir davranışın ortaya çıkabilmesi için önce o davranışın öğrenilmesi gerekmektedir. Öte yandan öğrenmek, davranışın ortaya çıkması için yeterli bir sebep de değildir. Çünkü davranışın meydana gelmesi için, bilgi ve daha ileri bir düzeyde de kıyas süzgecinden geçirilmesi gerekir. Söz gelimi, “Öğrenilen davranışa karşı bireyin zihninde olumsuz bir yaklaşım varsa bu davranışın meydana gelmesi güçtür.”
İnsanların, bilgi edinme yolları temelde hiç değişmemiş olsa da günümüzde çeşitliliği artmıştır. Sosyal bir varlık olan insan, başta kendi kendisiyle olmak üzere ailesi, içinde yaşadığı toplumu ve şartların değişimi ile beraber tüm dünya ile iletişim halindedir.
Bu iletişim, iletişimin bildik yapısı ile tam karşılanmasa da yani ‘alıcı- verici- kanal- dönüt-‘ gibi iletişimin en temel unsurları ile olmasa da salt bilgi verme işlevi ile tüm insanların hayatına girmiştir. Söz konusu bu çeşitlilik, duygu ve düşünceleri doğrudan etkisi altına almıştır.
Bu değişimi, insanların, mal üretimi ve onun pazar döngüsüne sunumu, tutumu ve anlayışı da destekleyince dünden bugüne, insan davranışlarında büyük değişimler gözlenmektedir. Bu değişimden her varlık payına düşeni almaktadır.
İletişim araçları ve iletişimin kendisi sadece birer araçtır. Etkileşimin, değişimin ve çoğu zaman da çatışmanın kaynağında davranışların doğrudan belirleyici bir gücü olan ‘din’ ve ‘ahlak’ vardır.
“Wach, din ile topluluk arasındaki etkileşimin yakından ve sistematik bir şekilde incelenmesi halinde, bunun birinci derecede, dinin topluluk üzerindeki etkisi biçiminde var olduğunun görüleceğini belirtmektedir.
Mardin’e göre de “Din, yönetici ve yönlendirici zihniyet sayesinde insanlara çevrelerindeki dünyayı özel gözlüklerle görmeyi sağlayacak kavramsal görüş imkânları sağlamaktadır.”
Davranışlarımızı şekillendiren din ve ahlak kuralları, yaşamımızı idame ettiğimiz coğrafya, her ne sebeple olursa olsun göçler, savaşlar, bilimsel ve teknolojik yenilikler, yasaklar, kabuller, retler, sanayi inkılâbı, bilgisayar, televizyon ve internet ağının yaygın kullanımı, olumlu ya da olumsuz yönde çoğunlukla olumsuz yönde baskısı altındadır.
Söz konusu etkileşim ve değişim ki bu değişim çoğu zaman gelişime değil gerilemeye yol açmaktadır, toplumun yapı taşı aileden, devlet yapısının tüm kurumlarına kadar etkisi altına almaktadır.
Netice itibari ile kaynağı her ne olursa olsun düşünceler, duygular, içinde bulunulan zaman/ dönem/ devir, gelenek ve görenekler, siyasi ve toplumsal sorunlar, eğitim ve öğretim, tecrübeler, hayaller, korkular, kaygılar, inançlar ve değerler insan davranışlarına doğrudan ya da dolaylı yoldan etki eden faktörlerdir.
Berger’e göre, “Toplumsal gerçekliğin en önemli unsurlarından birisi olan din, toplumsal yapının belirlenmesinde merkezi bir konuma sahiptir. Bu bağlamda din, insanın dünya kurma ve algılama anlatışında stratejik bir rol oynamaktadır.”
Din, dünyaya karşı bir zihniyet belirler. Söz konusu zihniyet, o dinin mensuplarının tüm sosyal hayatına yön veren unsurların başında gelir. Öyle ki “Dinin, zihniyet oluşumuna katkıda bulunan tarihi ve coğrafi pek çok iç ve dış etkenlerden sadece birisi olduğuna işaret eden” Weber, (Max Weber, Sosyoloji Yazıları, (Çev. T. Parla), İletişim Yay. İstanbul 1996, s.340) bir dine mahsus zihniyetin, sadece tabiata karşı değil, tüm insan ilişkilerinde, sosyal olgu ve olaylara karşı da belirli bir tavır takınılmasına sebep olmaktadır.” görüşündedir.
Weber’e göre, Batılı toplumlarda ortaya çıkan modern Kapitalizm, Protestan ahlâkına dayanmaktadır. ” Weber’e göre, Reform hareketi sonucunda bağımsızlığına kavuşan Hristiyanlık, özellikle Protestan mezhebinin sahip olduğu değer ve inançlar, toplumu kapitalist bir aşamaya götürmede etkili bir ortam doğurmuştur.
İnsan, hemen çoğu zaman ve büyük ölçüde yetiştiği çevrenin bir örnek tipidir. Örneğin, kendisine öğretilen ve talim ettirilen din ve ahlâk kuralları, Kur’an-ı Kerimden öğrendiği öğütler, kıssalar, dinledikleri hikâyeler onların davranışlarına doğrudan tesir etmektedir.
Nitekim Kur’an-ı Kerim’de “Allah’a karşı sorumluluk bilincine sahip olan kimseler, içlerinde şeytanın esinlediği karanlık bir kuruntu uyanacak olsa, (Onu anıp) akıllarını başlarına toparlarlar ve ( olup biteni) açık bir şekilde kavramaya başlarlar, kendi kardeşleri onları sapıklığa sürüklemek isteseler bile” ( A’râf, 7/201-202) ayetinde sebebi ya da kaynağı her ne olursa olsun kalbine düşen kötü arzular karşısında insanın yaratıcısına sığınarak bu kötülüğü kavrayıp, kötülüğün doğurabileceği olumsuzluklardan korunabileceği bildirilmiştir. Zîrâ “Biz her insanın kaderini kendi çabasına bağlı kıldık.” (İsra Sûresi 13. Âyet) Âyet-i Kerîmesinde de ifade buyurulduğu üzere insan, hür irade gösterebilecek güce sahiptir.
Öte yandan Peygamber Efendimiz’in (SAV), “İnsanın ibadeti az da olsa, ahlâkının güzelliği sayesinde âhirette şerefli yerlere ve büyük derecelere yükselir.” hadîsi de İslam dininde güzel ahlâka ne kadar çok önem verildiğinin bir göstergesidir.
Diğer yaratılmışlardan en önemli farkımız düşünebilen, idrak edebilen bir canlı olmamızdır. Muhakeme gücü bize yanlışa düşmemeyi, çirkin işler yapmamayı, hakka rıza göstermeyi, cana ve mala zarar vermemeyi, içinde bulunduğumuz dünyayı koruyup evlatlarımıza en temiz ve verimli bir şekilde bırakmayı telkin eder.
Muhakeme ederken kullanılacak ölçüt din ve ahlak kurallarıdır. Muhakememiz sonucu oluşan tercihlerimizi etkileyen bilgi ve tecrübelerimiz de gene din ve ahlak kuralları ile vücuda gelmektedir.
Sosyolojik açıdan da din, ‘insanın karşı koyması hemen çoğu zaman mümkün olmayan ilahî bir varlığın bir takım kural ve kaideler altında emrettiği kabul olunan inançlar bütünüdür. Bu bakımdan din, ‘inanma’ üzerine kurulu sosyal bir kurumdur tıpkı insanın sosyal bir varlık olması gibi. Belli bir dine mensup olmak, o dinin gereklerini yerine getirmek, emir ve yasaklarına uymak anlamına gelir.
Her din, o dini kabul edenlerden iyi-kötü, doğru ve yanlış, helal-haram olandan iyiye, doğruya ve helale uyması yönünde davranış geliştirmesini bekler ve ister.’ (Kurtkan, Amiran; “Türk-İslam Felsefesi Tarihinden Teoloji ve Teolojizm”, Türk Dünyası) Eric Fromm da dinlerin işlevini; “Bilgiye ve bağımsızlığa ulaşmak, acıları en aza indirmek, sorumluluk bilinci geliştirmek, insanın doğru yaşamasını, sevmeyi öğrenmesini ve olgunlaşmasını temin etmek.” şeklinde belirtmektedir. (Fromm, (Çev. Aydın Arıtan), 1982; 54, 55, 87, 106. )
Böylece iç dünyasından kopuk olmayan insanlar, kendi kendisi ile barışık olup varlığına karşı davranış sergilemeyen insan, olumlu davranışlarla toplumsal huzura vesile olmaktadır.
İnsanlar, inandıkları dinin mükâfatlarına erebilmek için onun emir ve yasaklarına, kendilerine tanıdığı haklara uyarak, davranış geliştirmesi gerektiğini idrak eder.
Netice itibari ile din ve ahlak kuralları, insanlar arasında davranış geliştiren sosyal bir olgudur.
Filhakîka muhâkeme gücü olan insan, bilerek ve isteyerek bir tercihte bulunan insandır. Neyi tercih etmesi gerektiğini bilgi sayesinde öğrenecektir. O da iki şey arasından birini seçerek kimlik ve kişiliğini şekillendirir. Seçtiği iki şeyden birinin diğerine göre daha iyi olduğunun tespitinde en kıymetli iki kaynak din ve ahlâktır.
Hal ve hareketlerimiz, konuşmamız, iletişim kurma biçimimiz, düşüncelerimiz, yaptıklarımız ve ettiklerimiz, alışkanlıklarımız ‘Ne kadar insan’ olduğumuzun bir göstergesidir. Ahlâkî değerleri bilen ve bu bilgiyi tâlim eden kişi aynı zamanda zarîf bir kişidir. Zarîf insan, çirkin ve kaba davranışlardan uzak olan insandır.
Dinler, yapıcı ve onarıcı bir dil, üslup, kural ve kaide ile kişinin önce kendi kendisi ile barış ve huzur içerisinde yaşamasını, sonra da kendi iç dünyasında yakaladığı sevgi ikliminden tüm dünya insanlığına muhabbet ile bakmasını öğütlemektedir.
Bu vesîle ile elde ettiği iç huzuru sayesinde kendisi de huzur kaynağı olarak etrafını aydınlatacaktır.
Ruh halimiz fikirlerimizi, hislerimizi, işlerimizi doğrudan etkiler. Bu sebepten ruh yapısının sağlam olması için beden terbiyesi gibi nefis terbiyesinin de yani irade kontrolünün de düzenli olarak kazandırılması gerekir. Söz konusu kazanımlar da tarihten bugüne din öğretileri ve ahlâk kuralları ile sağlanmıştır. Bir yaşam tarzı sunan din ve ahlâk, birbirinden ayrı ve bağımsız düşünülemez.
Din ve ahlâk, sevgi, saygı, hoşgörü, sabır, tahammül, itidal, dürüstlük, yalan söylememek, erdem sahibi olmak, iffetli olmak, sözünün gereğini yerine getirmek, kibirli olamamak, başkalarını küçümsememek, kin gütmemek, cimri olmamak gibi insana güzel ahlâkı kazandıracak disiplinler getirmiştir.
Seçtiğimiz yaşam biçiminin doğal şartı olan ‘birlikte yaşam’ disiplininin zorunlu gereği olarak uyulması gereken yazılı ya da sözlü kurallar bütünü milletçe kabullerimizi, retlerimizi vücuda getirir.
Birlikte yaşama zorunluluğu ‘ben’ yerine ‘biz’in gelişmesini sağlamıştır. Ne var ki ‘Biz’ zamirinin ödevlerini yerine getirmediğimiz takdirde hayatımızı zindana çevirmek işten dahi değildir.
Bugün kan ağlayan İslam coğrafyasında dökülen kanların müsebbibi tam da “biz duygusunu- kardeşlik hukukunu” yaşayıp yaşatamayan bölge insanlarıdır. İçlerine aldıkları düşmanlarının şeytanca planlarında hem özne hem de nesne olarak birbirlerini kırmaktadırlar.
Cennet vatanımız, bu kan batağında bir adadır. Gerek içerideki gerekse dışarıdaki düşmanlar, oymaya çalıştıkları Anadolu topraklarının, bu vatanın asil evlatlarının kanları ile sulandığını, bedenlerinin her karış toprağına birer kilit olduğunu unutmamalıdır vesselâm...
07 Şubat 2017, 13:34
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.
Ancak çok uzun oluşuyla alakalı yorum yapan kardeşimizi dikkate almak lazım