Bugün ne mevsimlerden bahsetmek istiyorum ne olaylardan. Bugün insanlardan bahsetmek istiyorum, gönüllerden. Bir kaldırım kenarında etrafa nazik, nazenin bakan çiğdemlerden, ebegümeçlerinden, papatyalardan. Onlar harabat ehli gibidir, herkes tarafından dikkat edilmez, pek de önemsenmezler. Oysaki ‘viraneler dolusu defineler var’ misali onlar da şifa ve incelikler taşırlar. Çiçeğe benzeyen canlar, güneşe, yıldıza benzeyenler…
Mitat Enç’in “Uzun Çarşının Uluları” kitabında resmetmesi gibi dökebilseydik sayfalara şehirlerimizin gizli hazinelerini. Mahallemizdeki Hamit dedeyi anlatırdım mesela, Güllü bacıyı, annemi, babamı, Kadir emmimi, Gül Paşa neneyi, babamın kıymetli dostu Hüseyin Çavuş’u, annemin ahretliği Zeynep ablayı, Çerkes Nazire teyzeyi, Marangoz Mehmet amcayı, İğneci Nebiha’yı, Seyyare bibiyi, Harun dedeyi, Cezoların Selahattin emmiyi… Ah nerde bu canların cümlesi. Her biri gökkuşağından bir renkti şehrin ufkunda.
Hazineleri var her birinin diyorum boşuna değil. Güllü bacının hazinesi, hiçbir kitabın yazmadığı eşsiz hikâyeleridir. Çerkes Nazire teyzenin temsilleri, atasözleri, Hüseyin çavuşun menkıbeleri, annemin manileri, babamın türküleri, Kadir emmimin anıları… Her biri şahsiyetiyle, kristal yüreğiyle hazinedir aslında.
Akşam ezanını bekleyen çocukların bir amacı vardı. Küçük bakkalını kilitleyip, mahallemizin dik yokuşundan aheste adımlarla evine doğru geçecek olan, sakalı pamuktan, dili şekerden dedelerinin elini öpmek çünkü bu artık bir gelenekti oralarda; Hamit dede cebinde o çocukların hepsi için rengârenk akide şekerleri taşırdı. Bu yavrulardan ola ki bir tanesi hastalansın, dua etsin diye anneler yine soluğu onda alırdı. O, ebediyete göçtüğünde bütün mahallenin dua eden, sevindiren emin bir siması gitmişti.
Bakkalında bir gülümseme abidesi gibi duran, beyaz simasında merhamet ve hoşgörünün ışıl ışıl yandığı diğer bir değer de Harun dedeydi. Bulgaristan göçmeniydi. Çocukların, üç beş kuruşa tek tek bisküvi, lokum, şeker talep etmelerine kızmaz, sabırla gönüllerini ederdi. Anne babasından izinsiz aldığı belli bir banknotla kapısını çalan ufaklığın elinden tutup evine kadar bırakan, şefkatle ailesine teslim eden de oydu ki bu hallerine artık aşinaydı herkes.
Kimi muhaceret döneminde Kafkasya’dan, Ağrı’dan, Kars’tan gelmiş kimi de Balkanlar’dan. Hepsi gelirken yanlarında kendi kültürlerini, âdetlerini, deyişlerini ve anılarını da getirmişti. O mahallede birlikte kaderlerini inşa etmemişlerdi tek, aynı zamanda onlar ve onlardan gelen nesiller beraber büyüyüp birbirlerini ve şehirlerini de inşa etmişlerdi.
Ekmek derdiyle gurbete çalışmaya gidenler ya emekli olarak ya da olmadan soluğu tekrar özge beldelerinde aldılar. Bu insanları oraya çeken yalnızca hava veya su değil; ülkelerinin binlerce kilometre uzağında bulamadıkları gönüllerdi. Samimiyetin, kadirşinaslığın ve vefanın sessiz bir lisan olup gözlerinde ışıldadığı simalar.
Şimdi bunları durup dururken niye yazıyorum diye düşünüyorum. Sekiz yıldır yaşadığım başkentin şu kalabalık mahallesinde derinlemesine tanıdığım kaç isim var, diye sormamla başladı her şey. Gördüm ki kimse yok! Gününü değil saatini bile beraber geçiremiyor şehirlerimizde mahalle sakinleri. Kahramanları, hikâyecileri, şairleri, bilgeleri bu yüzden yok çocuklarımızın. Ortak bir kültür bundan dolayı oluşamıyor büyük şehirlerde ya da oluşan kültürü kimse beğenmiyor, eleştirip duruyoruz. Evlerin çoğunu elektronik aygıtlardan yayılan felsefe ve anlayışlar yönetiyor. Yaşam tarzlarını hiç tanımadığımız, geçmişini bilmediğimiz, özü özümüze, sözü sözümüze uymayan ellerin imarına bırakıyoruz günümüzü. Kayıp değerlerin peşine düşen üç beş aile de şekil ve suretlere çarpıyor, ruhu ve manayı bulamıyor. Köklerinden kopup sürgün edilmiş kitleler hafıza kaybı mı yaşamış kendi topraklarında, bilemiyoruz. Bir de asırlardır orda duran çınar gibi baba, dede dostları yok büyük şehirlerin. Güven, hicret eder gibi çekip gitmiş aralarından. Geriye bilinmezlikten doğan şüphe kalmış.
Çat kapı gideceğimiz bir Zeynep ablamız olsaydı, lokanta için hazırladığı köftelerden çocuklara da ikram eden… Güllü bacıda kalsaydık bazı geceler, onun hikâyeleriyle dalsaydık uykuya… Sabahleyin gördüğümüz rüyayı bir koşu gidip Seyyare bibiye yorumlatsaydık, babama türkü söyletseydi yine komşular… Ezanı, Şaban dede okusaydı… Kaygılarımızı paylaşsaydık Nazire teyzeyle de hafife almasını öğretseydi bize… Ölümü vuslat gibi arzulayan Hüseyin çavuştan dinleseydik Yunus’u, Mevlana’yı, Şah-ı Nakşibendi’yi… Gül Paşa nenenin mantesinde ısınsaydık bazı geceler… Açık kalmış pencerelerden sohbetler yayılsaydı sokağa… Yolda rastladığımızda nereye gittiğimizi soran bir Kadir emmimiz, ülkenin halini ayaküstü yorumlayan, her cümlesini “İşte dava bu!” diye bitiren bir de Selahattin emmimiz olsaydı…
Bu kadar çok tanıdığımız olsaydı mahallemizde dalımız, kolumuz olmaz mıydı bizim de, gönüller şen olmaz mıydı?
Şimdi koca kentlerde dört duvar arasında yaşayan yalnızlıklar var. Derdin olsa yanan olmaz, ölsen duyan olmaz.
14 Ekim 2016, 14:20
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.
Kaleminize, kalbinize sağlık Sema Hanım Hocam…
Önemli olan daha nice nesillere bu kültür etkileşimini nasıl intikal ettirebileceğimizi müzakere etmektir.
Emeği geçen herkese teşekkür ederim ; Saygılarımla