Bütün dünyayı dolaşıp nerde duracağını bilemeyenler var. Penceresinin baktığı şehri görmek istemeyenler… Yıllardır adımladığı yollara uyumsuz ayakkabılar giyen, her sabah tırmandığı basamakları bir kez olsun görmeyenler; çatıya, betona, kalabalığa tahammülsüz, şehirde yaşayıp şehre ısınamamış olanlar.
Her sabah önünden geçtiği evin yeşil boyasını, yıkık bahçe duvarını, sokağın, kenarına çöp bırakılmış mahzun ve ince kestanesini bir kez olsun görmemiş olanlar.
Yalnız içindeki resimleri görenler; zihinlerinin bir köşesinde asılı kalmış bir hayali seyredenler… Her gece kendi saklı şehirlerini kurup her sabah yeniden yıkanlar… Aklı bir uzak muhitte, bir açık kapıda, pencere kenarındaki saksıda, ağaç dalındaki serçede, sokağın çiçekçisinde, işten dönüş saatinde, söğütlü yolun sulu sepkeninde, mahalle çeşmesinde, bir uzak tren sesinde kalmış olanlar… Kendi halinde bir beyazken siyaha bulaşıp griye dönüşen ama içlerindeki gökkuşağına asılı kalıp kondukları tuvali hiç göremeyenler.
Geriye dönmeleri esrik bir adım, buldukları ise eğreti bir kenttir artık. Ne yana meyletseler kimsesizlik. Bir ıssızlık şaklar yanaklarında. Ancak bir eski zarfa, mukavvası çökmüş bavula, sarı bir makbuza, yırtık cüzdan, derisi pörsümüş bir çantaya ait olabilirlermiş gibi yüreklerindeki atıl köşelerde, eski püskü hislerle dolanıp dururlar.
Şehrin dalgın insanları; pencerede buldukları manzarayı sevmemişleri. Perdelerini hayale, özleme, ilke, geriye ansızın koparıldıkları bir avuç toprağa dikmişleri. Narin bir papatya gibi boyun bükmüşleri.
Bir adrese yanlışlıkla gelmiş de misafirliği uzamış; kısa bir bakıştan, imalı bir duruştan, sözden, sözsüzlükten içlenmiş, incinmiş, diken üstünde durmuşları.
Onlar, şehrin, uğultulardan sıyrılıp bir türkü namesine kaçan; kocamandan küçüğe meyleden; sayıda, şekilde değil şiirde manada konaklayan; gerçeğin katı çizgisi yerine, düşlerin yumuşak terzisini seçen hayalperestleridir.
Sesten yorgun düşenler; kalabalıktan yalnız, tamdan eksik, ayrıdan gayrı düşenlerdir.
Kendilerine bir emin belde arama sevdasıyla, şehirde mevsimleri, kokuları, renkleri, yüzleri didik eden, dağda, ovada, bir uzak ucunda dünyanın, bir yakın ucunda, bir okyanus kıyısında, göl kenarında seyyah olup arşınladıkları hiçbir dünya toprağında yitiğini bulamayan, âlemin, gönlü hasrete kayıtlı münzevileri.
Nerden bulaşmıştır bu uğursuz lanet, bu talihsizlik ruhlarına, bilinmez. Bağ nerde kopmuştur? Bahçesinde gülünü sulayan bahtiyar insanların fersude talihi onlara neden sirayet etmemiştir? Sürüldükleri bahçe şimdi neden o eski bahçe değildir? Karacaoğlan’a, “Gezdim seyreyledim Frengistan’ı/ İlleri var bizim ile benzemez.” dedirten, onu, Frengistan’dan “Bizim il” e çeken arzuya sahip olup “Bizim il” neresidir kaybetmişleri. Köksüz, mecalsiz düşmüşleri.
Abdürrahim Karakoç bu derdi iki mısrada tarif eder:
“Hava gurbet, toprak gurbet, su gurbet,/Alev alev sardı beni bu gurbet,
Esas derdim ne sıladır ne gurbet,/Dost ufuklar düşünceme dar benim...”
Aradıkları artık uzak bir seraba dönmüş, göçmenleridirler dünyanın. Durup soluklanmayı öğrenseler mi güvercinlerden yoksa leyleklerin kanadına tutunup da her mevsim bir başka diyarda mı açsalar gözlerini?
Hürriyete kuyulardan, zindanlardan geçilir bazen; en güzel kıssalardan dinlemişlerdir lakin Yahya Kemal’i Frenk diyarında memleketine âşık eden hissiyat onlara da sılayı bulduracak mıdır çünkü bilmek ayrı şeydir, duymak ayrı.
Yoksa şehirlerin bu gamlı, bu garip, bu âşık yüreklere ihtiyacı mı vardır da o yüzden sonsuza dek dertlerinin devası bulunmayacak ve gittiklerinde de yerini yenileri dolduracak, bir sonsuz kaynak gibi bu döngü devam edip duracaktır. İhtimal ki, bütün hata çağın görünmez elinin yeni yetişen fidanları hallaç pamuğu gibi bir sefil meta uğruna oradan oraya savurmasındadır? Kolayı unutturup meşakkati seçtirmesinde… Kitlelerin çıplak bir kralı giyinik görme yanılgısında…
Belki de her şeyin sebebi mutlak iradedir. Bazıları garip bir yolcu gibi yaşayıp öyle ölecektir, kim bilir?
Yine, “Kovulmuşların Evi” nden satırlar takılıyor aklıma:
“Sen nehrinin kıyısında gezerken, Baudelaire’in denemelerine koyduğu başlık çok akıllıca geliyor insana: ‘Paris Sıkıntısı.’ Bir gün o durmadan yağan yağmurlardan, erkenden evine çekilen hayattan canınız sıkılıyor, gözünüzde tütüyor kendi şehrinizin kaldırımları. Münih’te, Hitlerin ruhu üzerinde pantomim yapan oğlanın yüzündeki mimiklerde bile bir aşinalık arıyorsunuz.”
Buradaki ironi bu hiçbir şehre ait olamamış, içlerindeki gurbette sıkışıp kalmış olanların ‘Kendi şehirlerinin’ neresi olduğu sorusudur. Bazen gurbet içinde gurbet, sıla içinde sıla yaşar insanoğlu çünkü binlerce gurbetten döndüğü sıla artık o eski sıla değildir.
Onlar ki yabancı oldukları her yerin prangalı bekçileri. Belki de ancak geceleri yıldızlara bakınca teskin olurlar çünkü gök ülkesi hep aynı. Çağın budayan elleri uzanmıyor oraya.
10 Haziran 2016, 09:08
-
-
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.
Mustafa caymaz - 8 yıl önce
Sema Hanım'a başarılar dilerim.
Figen kutlu - 8 yıl önce
Enfes....bir solukta okudum.bana beni hissettirdi.
Serap ilhan - 8 yıl önce
Ağzına,yüreğine ve kalemine sağlık Sema hocam.Tebrikler.
Neşe - 8 yıl önce
Harikasın dostum...Yüreğine sağlık..