Geceyi, gergef gergef dokuyan kırık gönüllerin sesleri ulanınca seher vakitlerine, bütün kainat selam durur gecenin sahibine. Geceyi hangi renge boyamışsa insan, gündüzü de boyanır o renge. Sol yanına düşer derviş boynu gibi olgunlaşan başaklar, sararmanın yeşermeye ilk adım olduğunu unutmadan.
Derviş nefesleridir geceyi, uçurumun kenarından koparıp alan. Üç eşit parçaya üleştirilen gecenin son payına özenle iliştirdiği secdeleridir depremlere yumuşak inişleri toprak testilerde sunan. Göz kamaştıran iklimlere hicret eden umudu, içimizin aynalarında arayan ve saçlarına dokunan her yağmur damlasında yeniden arınan.
Başlar gece ve gündüzün deveranı, döner göksel bir emirle akıp giden dünya denilen sır dolu gezegen. Güneş, mütebessim çehresi ile inciden ve inceden bir gülüş bırakır çocukların yüzüne her sabah. Ay, karanlığa inat aydınlatır gecenin olanca gizemini ve başlar dervişlerin ahenkle salınan raksı.Böler uykuların sessizliğini toprağın cemre ile uyanışı gibi, yeryüzünün ‘hu’ makamında ritimlenen, ‘vav’ besteli şarkısı.
Sedef sancısı ‘inci’den ‘can’a, can suyu niyetiyle gül kokan,can katan,güle can,cana gül olan nefeslerine vabestedir sabahın minarelerden yankılanan ezgisi. Kırık bir gönülden Gül’e, oradan Cibril’in kanadında Lâle’ye uzanan. Zira aradaki nikabı kaldırdığını haber vermiştir Yaradan. Dilleri lal, dudakları lal ama gönül çağlayanından gürül gürül niyaz iniltileri Yâr ’e doğru akan.
Yâr’ e yanmadan yarasına merhem bulunmayan Eyüp gibi (21/83), karanlıklar içinde nûn’un sahibi Yunus gibi (21/87), ‘beni yalnız bırakma, bırakırsan da vârisim sen ol’ (21/89) diye seslenen Zekeriya gibi geri dönmeyen dualarla; bir olur aşkı özler, bir olur aşkın dudağında bekler derviş dilekçeleri.
'Harâbât ehlini hor görme Zâkir
Defineye mâlik viraneler var ' diyen gönül dostunun uçurduğu haberler konuyor usulca omuz başlarımıza. Marifet bilmekle değil, gönül desenlerini örmekle olur, ‘el’ dokuması hayat kilimlerinin. Kanadı kırık kuşlara kanat olmakla, yarasını sarmakla yetimlerin.
Yüzümüzü yalayarak geçen rüzgar, meltem değil nedameti hayıflanmaların, ‘keşke’lerimize karışan üzüncü pişmanlıkların, kabuk tutmaz yarası kanayan, matemi Kerbela’nın. Soluğunun esintisi, ’Hayat nasıl da geçiyor, zaman hiç gezmezken’ sırrının şifresini kıranların.
Yıprandı kelimeler, eskiyen yalnız vakit değil, avuçlarında yasaklanan sevdalar biriktiren karanlığa doğru hızla yol alıyor akşam. Yaslanarak denize, gemilerin yolunu bekleyen bir martının çığlığında sesini arayan yalnızlığın libasına bürünüyor sığındığımız güvenli liman.
Gün tükendi, kuşlar yuvasına çekilmeye hazırlanıyor dönüp ardına bakmadan. Mevsim sonbahar, kırağılar düşen saçları, haber verir filmin sonunu aynalara yansıyandan. Eski bir kutsal metin ‘elif’ i gibi dimdik karşımızda duran. Sönüyor ocak, susuyor külhan, harlanmıyor artık ateşi azalan köz, kuruyor külleri çoğalan ırmak, telaşla karıyor hamurunu toprak.
Güneş, kızıl saçlı bir çocuk değil artık, için için büyüyen bir yangın sarıyor dört bir yanımızı. Kulağımızı okşayan servilerin çağrısı, alkışa alışkın ellerin üstünde girilen ıssız avluların canhıraş çığlığı. Şimdi yalnız boyaları dökülen mahzun bir minarenin gölgesi karşılıyor bizi.
‘Güneş dürüldüğü zaman’ (81/1), ‘yıldızlar kararıp döküldüğü an’ (81/2), ‘denizler kaynatıldığı zaman’ (81/6) gelip çatmadan; dilini, eylemini, aklını ve kalbini yenile Ey İnsan! Derilerinin, bütün eylemlerine tanıklık edeceği güne (41/20) hazır olmayı istiyorsan.