Samimiyet sınavını kaybettik Sultan’ın sahnesinde. Sınandık lâkin sınavı, sanal bir oyundan ibaret sandık. Sandık sandık hayaller biriktirdik; ada ve parseli, seccade ebadından ibaret olan dünyaya kandık. Dilin sustuğu, bedenin konuştuğu günlere yine hazırlıksız yakalandık.
Sırılsıklam ıslandık günah sağanağında, üryan yağmurlara aldanıp nihayetsiz rüyalara daldık. Meyvesi çağla, dalı çürük ağaçlar gibi kaldık. Çığlığımız cılız, kırık dökük sözlerimizle iki büklüm huzura vardık. Alnımızda erguvanlar açacak derken yakıtı kendinden olan yangınlarda yandık.
Anladım ki her sevenin yarası var; yağmuru dinledim, ırmağın sesine kulak verdim, yıkanmış gökyüzünün mavisini seyrettim. Bir dervişin tespihine düşen gözyaşına dokundum, okunmaktan kararan mezar taşlarına uzun uzun baktım, her birinde kendine özgü dramlar gizli.
Kabuğu kalkmış kanayan yaraları gördüm, ‘geçer elbet’ denilen sızıları, dağların ağrısına denk sancıları, cami avlularında servilerle yarışan ağıtları, hayalleri sahile vuran ölü balıklar gibi çocukları. Bir suyun suskunluğuna tutundum, zaman yalnız gölgeleri büyüttü.
Seferden geriye kalan bütün kuşları vurdular, tüfek namluları sıcak, yanık barut kokuyor silahları hala avcıların. Kalbimizin katilleri dolanıyor aramızda, savcılar suskun, tanıklar sessiz. Yargı kararları; kar hep paltosuz adamlara yağar, yağmur yalnız yalınayakları ıslatır hakikatini yüzümüze çarpar.
Aşk göze almaktı her şeyi, güle derviş olmaktı can uğruna abayı yakmışken. Aşk biraz da onurundan vazgeçmek değil miydi? Kırbacı harfler, bakışı mavzer nice kalemler uğruna düşmüşken toprağa. Gülün sarısı, canın yarısı ve gözleri deniz ağrısı nice sevgililer bırakıp da ardında.
Duygu ritim bozukluğundan kalbi bıçak altına yatacak olan, merhamet damarları tıkalı, ne kroner balon ne de stent tedavisine cevap verebilen hastalarla dolu yeryüzü hastaneleri. Hızla pandemik bir hastalığa dönüşüyor ruhumuzun salgın ve saldırgan panik atakları.
Göğsüne yaslayıp yüzümü, baktığın dağların Eylüllerinden tutunsam,
hekimler çatık kaş, Ekimler hep uçurum. Ne zaman bir gözünü can öbürünü gül bürür kan yerine, bir duvar yazısı ilişir dilime: Mümkünse açık bir aşk alayım, demli dokunuyor kalbime.
Eski konakların göç mevsiminde, postallarla göğsüne basılan buğulu bir çocuğum, hınçla çiğnenen Jerusalem’de. Akarsuya eğilerek söylenen metruk bir Granada türküsünü andırıyor arzın öteki yüzüne özenen yüzüm. Müftüler fetva veredursun, beş yıl zaman aşımına dair. Yeni bir ölüye yer yok, Karacaahmet artık kalbim.
Ben hep sana ağladım ey yalnızlığım, bazen gelişine bazen apansız gidişine. Kimi zaman yokluğuna, kimi zaman varlığına. Ama ben hep sana ağladım, hep ağladım sana. Sessiz, ıssız ve usulca, işte bu yüzden sanadır bütün şiirlerim. Ey! Yağmur, ey saçımda hiç eskimeyen mevsimim, zulamda eksilmeyen hüznüm; sitemim yalnız sana.
Kullan at kelimeler, tek kullanımlık tümceler, raf ömrü hedeflenenden önce biten sözler, erken kayıt indirimleri, prematüre yeminler, ‘kullanmadığınız eski aşklarınız ederinden alınır’ ilanları, tükenen kandiller; geri dönüşümsüz atıkların toplamı, henüz dünyada iken terk ettiğin bütün tereken.
Sular çekilir, taş basılır üstüne bedenlerin, tekdüze arzulara yani zehirli bir sarmaşığa tutunursun, alnının alnacında kıvrılır kasıp kavuran ağrıları ırmağın. Karlar yine erir lâkin tükenmez düğümlenen yorgunluğun.
“Sinle sırat görmeye, sevdiği didar ise” (Sevdiği, Sevgili’ nin yüzü olan, kabir ve sırat zorluğu görmesin) diyen Yunus’u anlamaya mecali kalmadı kelime ustalarının. “Ancak kalbi olan öğüt alır” (50/37) kuralı, son çağrısı gibi duruyor Tanrı’nın, yörüngesini kaybedenlere. Kütlesinden koparılan tohumu andırıyor gibi kabuğuna hayret edenlere.
“Andolsun, insanı biz yarattık ve nefsinin ona neyi fısıldadığını da biz biliriz. Çünkü biz, ona şah damarından daha yakınız.” (50/16) diye ‘kitabın annesi’ ne derkenar gibi iliştirilen ikaz alarmı kadar neyle ürperebilir ki insan ruhu? Anlamı, sentaksa gömen açmazlar kuşatırken yolumuzu.
Dokunaklı bir daralmanın eşiğinde darağacı kurulan günler geride kaldı. Zaman, integral hesaplarının arasından geçip inovasyon teorilerini serpiştirerek yüzümüze, hızla akıyor sonsuzluktan. Bir bütünün parçalarına sızıyor vurdumduymazlığın ölümcül zehri. Sonuç, pespaye bir yalnızlık ve zavallı bir inkıraz, sınırsız özgürlükten arta kalan.
Hüseyin ÇOLAK
İnşAllah! Tebrikler! Umutsuzluğa yer yok! Gönlünüzde umut fidanları yeşersin İnşAllah!