NAZAN BEKİROĞLU’NA…
MÜCELLÂ’YA DAİR
Bazı yazarlara teşekkür edesim var. Teşekkür ederim Sevgili Nazan Bekiroğlu, Mücellâ’yı yazdığın için. Ne iyi edip de yazmışsın. İyi ki yazmışsın. Ne güzel kalemin var. Hep içimden geçenleri yazıyorsun. Hep derinlerdeki o sızlayan tele dokunuyorsun. Bana Trabzon’u, Karadeniz’i sevdiren isim. Sizin oralarda patlayan fırtına bizimkine ne çok benziyor. Gaz ocağında titreyen hayal, bahçelerden taşan muhabbet, sizin konaklı, çardaklı, taşlı sokaklar benim çeşmeli sokağımın aynısından ve Mücellâ… Göçüp giden hangi Mücellâ’ sını anlatayım kendi şehrimin?
Hayatı yerli yerinde bir insan gibi yazıyorsun. Her şeyin aslını bilerek, adını, sanını anarak eşyaya değer katıyorsun. “Oval aynanın” sapının “Abanoz” olduğunu belirtmen gerekiyor. “Odalarda, sofalarda dolaşan kadınları” ille resmetmen gerekiyor, “Başlarında Sultan Küpesi, Yedi Dağın Çiçeği, Unutma Beni, Subay Sırması, Paşa Nişanı, Kâkül Tarağı” oyalarını “Kırmızı, narçiçeği, safran sarısı, tirşe, taba rengi ve daha bir sürü renkten şifon, krep, markizet örtülerini” isimlerini unuttuğumuz çiçekler ve renkler adına nazire yaparcasına sıralıyorsun. Okşayarak, severek yayıyorsun cümlelerini. Usul usul, duayla, içten bir nefes üflüyorsun. Süsleyeceksen süslüyorsun da. Satırlardan “Kır menekşesinin, sarı düğün çiçeğinin, tazecik papatyaların” kokusu geliyor. Geride kalan gül mevsimine çağırıyorsun hayatı. Gönül penceresini, eski bahçelere açıyorsun. Nicedir unuttuğum bir düşü hatırlatıyorsun.
Satırlar akarken aniden değişen iklimi, yükseklerden inen, bütün bir kenti evire çevire, çırpa çırpa temizleyen rüzgârı iliklerime dek hissediyor, “Asmanın kuru dalları demir çubuklu pencerenin camlarına kamçı gibi vururken” Mücellâ’yla birlikte sobaya iki odun atıyor ve dua ediyorum. Karlara bata çıka gidip senin dileğini iletiyorum Şerafettin Albay’a: “İnsanlığın Güzide’de açığa çıkmış bütün suçları adına affet.” Böyle güzel cümleleri takılıp kalıyor dilime Mücellâ’nın. Bu yüzden dönüp tekrarlıyorum Güzide’ye: “Hazreti Züleyha’nın terk ettikleri arasında çocuk yoktu. Çocuğa dokunma.”
Titiz ve oturaklı bir hanım olan Neyyire Hanım canlanıyor hayalimde sık sık. Gelenekçi ve otoriter hâli onun şahsında birçok eski zaman simalarını taşıyor zihnime. Kuralcı, sert zırhın altında sevdikleri için endişelenen ince ve merhametli yüreği tanıyorum. Biliyorum ki çağımızın en çok iyi atlara binip gitmiş bu iyi insanlara, kadirşinas, başkasının derdiyle hemhâl olan, kendisine verilen sırrı ifşa etmeyen, hep doğruyu tavsiye eden yüce gönüllere ihtiyacı var.
Beni Mücellâ’ da etkileyen o çok iyi bildiğim kültürün, sabrın, hülyanın, sessiz sevdaların işlendiği lavanta kokulu bohçalarla birlikte ceviz sandıklara çekilen sahiplerinin, derin pencerelerden ve sarmaşık güllerin boy verdiği bahçelerden akan hayatları değil yalnız, yazarın samimi, ince, dokunaklı dili aynı zamanda. Neyin anlatıldığı kadar nasıl anlatıldığı da önemlidir bir kitapta. Güzeli anlatmışsın Nazan Bekiroğlu; güzel zamanları ve güzel insanları. Bir de güzel anlatmışsın üstelik.
O zaman diliminde ki –cumhuriyetin ilk yıllarıdır- bir sahil şehrinde akan hayatlara, hâkim geleneklerdeki ayrıntılara, zahmetli işlere rağmen yaşanan anın başlı başına sadelikten ibaret olduğunu yine aynı romanın ilerleyen sayfalarında, şehrin yavaş yavaş modernleşmeye yüz tutan çehresinde görüyoruz. Bahçeler yağmalanmadan, konaklar üçerli odalardan oluşan yüksek ve zevksiz apartmanlara dönüşmeden önce orda yaşananın sahici, özgür ve zevkli bir yaşam olduğunu, Mücellâ’nın Pervin’i apartman dairesindeki ziyaretini anlatttığın sayfalarda bir iç burukluğuyla, ürpertiyle okuyoruz.
Şehre yayılan yeniliğin, “Divitin, basma, poplin, keten, pazen” kumaşlardan naylona, bakır tencerelerden emayeye doğru gidişi, üstün bir zevkin ve zarafetin basit ve kolay olana doğru akışıdır aynı zamanda ve bu akış, özgürlükten esarete akış gibidir, çünkü nefes alacak yeri olmayan bahçesiz beton yığınlarına doğru devrilmektedir hayat. Şehirde estetikle beraber refah içinde geçen bir yaşam tarzı da, komşuluk, çat kapı gidip gelmeler, udlu, çardaklı, kahveli sohbetler de yok olup gitmektedir.
Bunu Mücellâ’nın, Pervin’in koca konağı iki odaya sığdırdığı apartman dairesindeki ziyaretinde, iğreti duran “Venedik aynası, mermer masa, oymalı koltuklar ve kanepe, aslan bacaklı büfe, ceviz sehpalarında…” görüyoruz ve koridorda, sağda solda karton kutulara sıkıştırılmış kitaplarına bakarken Mücellâ’yla beraber “Eşyada kendi yerinde ağırmış.” diyoruz.
Yok olan, konaklarla birlikte “Çatı alınlığındaki narin çiçek buketi, Hilye-i Şerif levhası, Nazar Ayeti, Maşallah, Ya Hafız, Malikelmülk hatları un ufak oluyor.” Bahçesiyle, limonu, ıhlamuru, mor salkım, yasemin ve sarmaşık gülüyle can çekişen tek bir konak değil, bir mazi, koca bir şehir, köklü bir kültür, başlı başına bir medeniyet can çekişiyor.
Mücellâ, düğünden mevlidine, doğumdan cenaze adetlerine kadar, bir devrin, bir coğrafyanın topyekûn kültürünü naklediyor.
Bir kitap insana neler verebilir? Geçmişte kalmış bir zamanın büyüsünü, kokusunu, rengini verebilir. Unutulmuş sandığı bir hatıranın çerağını yakabilir. “Mücellâ” bibimin (halamın) hayatta olduğu ve annem dâhil mahallenin bütün kadınlarının çeyiz hazırlama telaşına düştüğü günlerden yadigâr.
Evler ki yaşayan, soluyan bir canlıydı. Önlerinde sokaktan korunmuş, etrafı kapalı, nefes alan bahçeleri vardı. Erkekler gün boyu mahallede akan hayata, akşamları işlerinden dönerken dâhil olurdu. Hayat kadınların elinden emeğinden sohbet ve geleneğinden akardı oralarda. Her vaktin bir anlamı, bir lezzeti vardı. Tren vaktinin, bakırcı, kalaycı, bulgurcu, çerçici vaktinin, ezan saatlerine göre bölünmüş gün devrinin, hayvanları sığıra verişin ve sığırı yaylımdan alışın… Turşu vurma, pekmez kaynatma; yün yorganlarının sökülüp mahalle pınarında yıkanıp dövülme, kabartılıp sırınma vaktinin… Halı, kilim yıkama, evlerin dip bucak tozunu alma vaktinin.
Genç kızların pencere önlerinde sedirlere yaslanıp dizlerini omuz hizasına çekerek kanaviçe işledikleri, ellerinde ya bir yastık kılıfına ya yorgan ağzına veya çarşaf eteğine danteller ördükleri zamanlardı. Daha mahir olanları da mevlitlerde başlarına alacakları tül, şifon, ipek, saten ya da krep örtülerin kenarlarına mekik ve iğne oyası yapardı.
Akşama kadar şehrin her bir mahallesi harıl harıl çalışan, kaynaşan, düzenli, uyumlu bir vücudun organları gibi veyahut tek başına büyük bir devlet gibi işlerdi.
Sular kesildiğinde mahalle pınarına eline bakır bakracını, güğümünü, sitilini, bidonunu kapan gelir, aşağıdaki camiye kadar uzun bir kuyruk olurdu. Elektriklerin kesilme ihtimaline karşı duvarda gaz lambası, kilerde gaz yağı tenekesi hazır olurdu.
Hayatın hengâmesine kahveyle mola verilen zamanlardı. Henüz çay bu saltanatı ele geçirmemişti. Efendi kelimesinin de anlamında sapma olmamıştı, ağırlığı ve saygınlığıyla sahibini onurlandıran bir hitaptı. Mahallede tanıdık olan büyükler emmi, dayı, dedeyken biraz daha yabancı ve itibarlı kimselerse efendiydi. Mahallede herkes birbirini tanırdı. Esen rüzgârın adının, ayın bölüm bölüm gün ve hafta adlarının bilinmesi gibi. Bilirdi herkes birbirinin tadını, tuzunu, iklimini.
Düğün alış verişlerine çoluk çocuk cümbür cemaat gidildiği, toy kurulmadan önce gelin hamamının yapıldığı zamanlardı. Bakır hamam taslarının, kemik tarak, Arap sabunu ve kilin, gümüş tel işlemeli peştamalların, telkâri nalınların, gümüş kırma işli üçgen baş havlusu ve sırmalı peşkirlerin gelin bohçasına hazırlandığı zamanlardı.
Sobaların kurulup kaldırıldığı, bahçelerin çalı süpürgeyle süpürüldüğü, çamaşırların sodayla kaynatıldığı zamanlar…
Mücellâ, o günlerin buğusunu, efsununu veren bir kitap. Dolup taşan evlerin, konakların, yalıların gün gelip boşaldığını, sahipleri gibi ıssızlaşıp sonunda öldüğünü iç çekerek okuyorum. Sahiplerinden arta kalan eşyaların da kasvetli, puslu boyun büküşlerini…
Sevgili Nazan Bekiroğlu, beni tekrar o zamanlara götürdüğün, unutulmuş hatırayı canlandırdığın, sedirli, sandıklı ve sobalı odaların kandilini yaktığın için minnettarım. Büfelerin tozunun alınıp fincanların dizildiği, “Hayatın iç odada attığı evlerde her şeyin en güzeli en değerlisinin misafir odasına hapsedilmiş” olduğu zamanları hatırlattığın için; Neyyire Hanım, Mü’mine Hanım hatta Mücellâ’ nın şahsında birçok simayı hafızama taşıdığın için çok teşekkür ediyorum.
Sema Tanrıverdioğlu Ersöz