Sur Kenti’ni dolaşırken aslında kendi içime doğru yol aldığımı fark ediyorum. Her bir karakterde kendime ait bir yön buluyorum. Sur Kenti bir müddet sonra içinde yaşayanlarından mürekkep tek bir vücuda dönüşüyor.
Yazar, sakin ve sade yazdığı cümleleriyle, girift bir atmosfere çekiyor beni. Kelimeler yeni yeni pencerelerle çoğalıyor zihnimde, her bir cümle bir uzun yol oluyor yeni kentlere açılan; her birinde kendi hikâyemi bulacağım bir iklim sarıp sarmalıyor, sonunda hakikaten onca yol almaktan değil, derinleşmekten olsa gerek bu şehir bir hayli yoruyor beni.
***
Bu kentin, hikâyeleri yarım kalmış insanları var. Bir hayal kırıklığından ibaret hayatlar veya ümidini kaybetmiş sevdalar, ayrılığa yazgılı ömürler. Aslında bir nevi, hayatın perde arkasını resmetmiş yazar. Sur Kenti’nde bir gölge gibi dolaşıyor, her biri nev'i şahsına münhasır karakterlerin gönül dünyasında konaklıyorum. Sonra da gözlerinde kalan bakışları, yüzlerinden geçen ifadeleri, diğer insanların onlar hakkında bildiklerini ve bilmediklerini izliyor, öğreniyor ve biten hikâyelerine şahit oluyorum. Asıl hayat belki de perde arkasında akanlardan ibaret!
***
Bir denemecinin kaleminden hikâye okumanın da farklı bir tadı var. Üstelik söz konusu kalem, Ali Ayçil ise…
Güzel cümleler derledim oradan. Bazı paragrafların yanına üçer yıldız kondurdum. Bir hikâye kitabında beklemediğim felsefi derinlik, sorgulama… Kısa cümlelerden uzun anlamlar döküldü eteğime. Parçalanıp çoğalan, sonra birbirinden bağımsız ama aslında bir o kadar iç içe ifadeler gördüm.
Bir seyyah geçti Sur Kenti’nden, “Ermiş ve mahcup” bir eşkıya geçti. Bir mecnun geçti.
“Herkes, içinde başka bir dünya, başka bir arzu, başka bir kişi taşıdığı için hayat, gerçek yüzü özenle saklanmış bir oyuna dönüşüyordu.”
Mecnun Nurettin’e dair bir su gibi akan, insanın iç duvarlarına çarpıp derinleşen paragraflar, hikâyenin içinde hikâyeye dönüşüyor. Belki de hikâyeden alıp insanı denemenin kıyılarına bırakıyor.
Sur Kenti’nden ilk kez birinin gözlerinin içine bakıp da bir daha oradan çıkamayan Seyfettin geçti. Gözleri, “Sürekli parlayan iki kehribar taşına” benzeyen Sakine geçti. Bir de Hikâyeci Tahir geçti. Zamanla anlattığı masallara inanan, gerçekle hayali ayırt edemeyip, her akşam hikâyesinden çıkıp gelmesini beklediği bir hayale vurulan Tahir…
Sur Kenti’nin saraylarında çalışanlar vardı. Yaşlılar ve gençler… “İklimleri yalnızca sözcükleriyle hisseden, göğüs kafesleri yılların tuğlalarıyla çevrelenmemiş” kâtipler. Onların kelimeleri “Tıpkı gamsız bir serçeye benziyordu.”
Hepsi Sur Kenti’nden geçti. “İnsanların bedenleriyle, nefesleriyle, bakışlarıyla çoğalttıkları çarşılardan geçti.”
Kitaplığıma böylece bir kitap daha eklenmiş oldu. Onunla birlikte koca bir kent ve içlerinde bilinmezliğin sır dolu yollarına bölünmüş onlarca insan!
-
-