Vatanınızın her karış toprağı dört bir yandan kuşatılmış olsa, tüm dünya var gücüyle, aç gözlü sırtlanlar gibi üzerinize üşüşse, o güzel Anadolu’nuza, ağzından salyalar akan aç kurtlar gibi gözünü dikse ve sizin karşı koyacak gücünüz, silahınız, cephaneniz olmasa, ne yapardınız? Esareti, zilleti seçip, teslim bayrağını mı çekerdiniz.
Yoksa, “iman dolu göğsünüzü” siper edip, canınızı imanınıza şahit kılıp, insanlığın ulaşabileceği en yüce makam olan şehadet şerbetini mi içerdiniz? Cennet vatanınızı namerde çiğnetmeyip, cennete mi yürürdünüz?
Ahzap suresinin 23. Ayetini sancak yapıp cepheye mi koşardınız?
“Mü’minler arasında öylesi vardır ki, verdiği sözü (her zaman) yerine getirir. Kimi ölüme gitmek suretiyle sözünü yerine getirmiştir, kimi de (kararlarından) vazgeçmeden (ahitlerini) yerine getirmeyi beklemektedir.”
Bir öğretmen olan Merhum Mahir İZ anlatıyor. “Kur’anın okunmasının yasak olduğu yıllarda, biz, islamı İstiklal marşından anlattık.”
Şimdi öğretmen olarak bizlerde, Akif’in eşsiz şahsiyetini, gönlünün derinliklerinden gelen coşkun eserlerini, çağımızın ve geleceğimiz olan gençlerimizin gönüllerine ince ince nakşetmeliyiz. Gönülden gelen, gönüllere inermiş. Akif’in gönlünden çıkan bu coşkun seli önce gönlümüze, oradan öğrencilerimizin gönüllerine dokumalıyız. Gönüllere dokumak için, gönüllere dokunmanın yollarını bulmalıyız.
O tebliğci ve davetçidir. Safahat bir dava kitabıdır. Cumhuriyetin en zor, sıkıntılı günlerinde Müslümanların ilham kaynağı olmuştur. Hiç kimsenin rahatça konuşamadığı günlerde, onun eserleri, can simidi olmuştur. Özellikle İstiklal Marşı ve onun her satırı, bizim için bir hazine değerindedir. Sadece sözleri değil, yazılışı, yarışmanın yapılması, her konuda olduğu gibi bu konuda da ortaya koyduğu örnek şahsiyeti gençlerimize verilebilecek muhteşem örneklerdir.
Akif gerçekten kur’an ahlakının özüne sahip örnek ve önder bir şahsiyettir. Onun Kur’anla terbiyesi küçük yaşta başlamıştır. Hatimle namaz kıldıran tam bir hafızdır.
Kurtuluş savaşının şahsına münhasır kahramanlarından Akif, şehir şehir, kasaba kasaba gezerek, milleti şahlandırıp cephelere koşturmuştur. Tüm dünyanın bir araya gelip üzerimize çullandığı bir dönemde, ümitsiz sinelere, Kur’ani imandan aldığı kuvvetle, ümit aşılamış, iman ile ümitsizliğin asla bağdaşmayacağını gittiği her yerde haykırmıştır.
Âtiyi karanlık görerek azmi bırakmak...
Alçak bir ölüm varsa, emînim, budur ancak.
Dünyâda inanmam, hani görsem de gözümle.
İmânı olan kimse gebermez bu ölümle:
Ey dipdiri meyyit, 'İki el bir baş içindir.'
Davransana... Eller de senin, baş da senindir!
His yok, hareket yok, acı yok... Leş mi kesildin?
Hayret veriyorsun bana... Sen böyle değildin.
Kurtulmaya azmin neye bilmem ki süreksiz?
Kendin mi senin, yoksa ümîdin mi yüreksiz?
Dünyaya dünyalık yönüyle hiçbir değer vermemiş, paraya, makama, şana, şöhrete asla boyun eğmemiştir. Soğuk kış günlerinde giyecek paltosu dahi yokken, İstiklal Marşı yarışmasından kazandığı ( İstanbul boğazında güzel bir Yalı satın alabilecek) ödülü, kuruşuna dahi dokunmadan , Dar’ül Mesai, yani kadın ve kız çocuklarına örme işini öğreten kuruma bağışlamıştır.
Bugün makam ve mevki için türlü türlü taklalar atan, en yakın arkadaşının yerine göz diken şahsiyet yoksulu zavallılara duyurulur. İstanbul’da Müdür Yardımcılığı yaptığı dönemde, Müdürü Abdullah bey haksız yere görevden alındı diye, bizim Akif ne yaptı dersiniz? Boşalan müdürlük koltuğuna göz mü dikti acaba? Hayır hayır, o Akif’e yakışanı yaptı. Belki bu gün hiç birimizin yapamayacağı bir şey yaptı. Ve istifa etti. Hemde, öğrencilik yıllarında, okul arkadaşı Hasan efendinin üç çocuğunun bakımı Akif’e kalmış, evde onun maaşına bakan sekiz çocuk olmuştu. Çünkü okul arkadaşı Hasan ile bir birlerine söz vermişlerdi. İlerde çocukları olursa, önce ölenin çocuklarına diğeri gözetip sahip çıkacaktı.
Üstad Mahir İZ’in talebesi Merhum Osman ÖZTÜRK hocamız şöyle derdi: “ Akif tam bir hocaydı. Usulüne uygun olarak Şer’i ilimleri tahsil etmiş, bir çok alanda hocalardan ders alarak hoca olmuştur. Alim, bir konuda derinlemesine ilim tahsil eden demektir. Hoca ise her konuda malumat sahibi olan kimsedir.
İhlâs abidesi samimi bir insandır. Ve asla inanmadığı bir şeyi yapmamıştır.
Hüseyin CAHİT onun hakkında şöyle diyor. “Fikir ve kanaatleri bize uymadığı halde saygı duyarım. Çünkü yalan söylemedi, gösteriş yapmadı.”
Şukufe NİHAL’de: “Akif dönmedi, paraya mevkiye yaltaklanmadı. Vicdanına hıyanet etmedi. Gururunu çiğnemedi. İnsan kaldı.”
Kendiside, iki arkadaş fatih yolunda manzumesinde şöyle diyor:
“ Hayır, hayal ile yoktur benim alış verişim.
İnan ki her ne demişsem görüpte söylemişim.
Şudur cihanda benim en beğendiğim meslek.
Sözüm odun gibi olsun; hakikat olsun tek !
O yüz yılın yük akıydı. Adam gibi adamdı.
Nadi Sadullah diyor ki: “Mehmet Akif ideal bir sanatkârdır. Amacı için ölüm döşeğine girene kadar, dönmeden, yılmadan, bıkmadan, durmadan dövüştü. Davasını, saçları sakalları ağarıncaya kadar, kutsal bir yük gibi, diyar diyar taşıdı. Satmadı. Satılmadı.”
Bir komünist olan Kerim Sadi Akif’i eleştirmek için şöyle diyor: “O bulunduğu kabın şeklini alan sıvı gibi değildi. Girdiği kaba şeklini veren katı bir cim gibiydi.”
Akif hayatı boyunca yaptığı her işi en güzel şekilde yapan ender şahsiyettir. Çok iyi bir sporcu, güreşte yüzmede, gulle atmada, Bebek’ten karşıya boğazı yüzerek geçen iyi bir yüzücü.
Kendi ihtiyacı varken, “ asıl verdiklerimiz bizimdir” diyen Peygamber Efendimiz gibi, en zor zamanlarında dahi cömertliğine şahit olmaktayız.
O vatanını canından aziz bilen ender insanlardandı. Hayatının hiçbir döneminde yapılan yanlışlıklara sessiz kalmamış, en yüksek perdeden mücadele ve muhalefet etmiştir. Bu yüzden ikinci Mecliste milletvekili yapılmamış, dahası neredeyse göz hapsine alınmış, peşine hafiyeler takılmıştı. Akif sıradan insanların anlayamacağı bir hassasiyetle bu duruma kahrolmuş, canından çok sevdiği vatanında hain gibi muamele görmeye tahammül edememişti.
-“Akif canın tehlikede , buraları terk etmelisin” diyen arkadaşına,
-“nasıl olur, kaçıp gitmemi mi istiyorsun?”
-“Hayır, sana bir zarar verirlerse, ortalık karışır, yüzlerce binlerce insan zarar görür.” Deyince gönüllü sürgün için Mısır’a gitme kararı almıştı. Kızının düğününe bile kalamadan İstanbul’dan ayrılıken,
-“ Akif, canından çok sevdiğin vatanını nasıl terk edeceksin?” diyen dostuna,
-“ Bana kuduz muamelesi yapıyorlar. Ben hain miyim? Peşime hafiye taktılar. Bu hakareti kaldıramıyorum.” Diyerek, ciğer paresi kızının düğünü göremeden, canından çok sevdiği vatanını terk etmiş, üzüntüden ciğerleri parçalanırcasına, siroz hastalığına yakalanmış, sefalet ve hasret dolu on yılın ardından, öleceğini anladığında İstanbul’a dönmüştü. 27 Aralık 2015 günü öldüğünde, cenazesinde konuşmak isteyen dostunu tutuklatan zihniyet devletin başına çöreklenip, canını vatanından aziz bilen Akif’e ve onun şahsında taşıdığı değerlere düşman olanlar, harici düşmanların yapamadığını yaptılar. Ecdadımızın uğruna canını feda ettiği değerlerini ayaklar altına aldılar.
Vatan şairi, istiklal şairi, Kur’an şairi, İstiklal marşını, o, milletimindir diyerek, safahatına almayan, ülkeme parayla istiklal marşı yazamam diyen Mehmet Akif ERSOY’un cenazesine İstanbul valisi dahil, hiçbir devlet yetkilisi katılmamıştır. Katılmak şöyle dursun, hiç kimsenin konuşmasına dahi izin verilmemiştir.
Heyhat! Akif’e bu zulmü reva gören malum zihniyeti bir nebze olsun anlayabiliriz. Ya biz! Bize ne oldu da, Akif’in temsil ettiği değerlere ve onun emaneti evlatlarına sahip çıkamadık. Oğlu Muhammed Emin, askerde Kur’an okuduğu için ceza almış, hapse girmemek için kaçmıştı. Kaçak hayatı yaşadığı dönemde, Beşiktaş’ta bir çöp bidonunun önünde ölü bulunduğunda, Çetin ALTAN anlatmıştı.
-“ Hafta sonu evdeydim, zil çaldı, gelen delikanlı yüzü yerde mahcup bir eda ile : “Efendim, ben Muhammed Emin, Mehmet Akif’in oğluyum. Babamı çok sevdiğinizi biliyorum. Çok zor durumdayım. En kısa zamanda ödemek üzere, borç istemek için gelmiştim.” Dedi. Maaşımı yeni almıştım, cebimden cüzdanımı çıkarıp uzattım. İçinden bir banknot aldı, cüzdanı geri uzattı. “ en kısa zamanda öderim inşallah.” Dedi ve gitti. İki gün sonra bir çöp bidonunun yanında ölü bulundu.”
Kızı Suat hanım doksanlı yılların sonuna kadar, aramızda sessiz sakin ve yoksul bir hayat yaşayıp, habersizce göçüp gitmişte, Müslümanların haberi bile olmamış. Zaten Akif’te hayattayken, vatanı için ailesini, çocuklarını hep ihmal etmişti.