Geceye inen yıldızları izleyesim var şimdi. Yaz gecelerinde ne güzel olur seyre dalmak onları. Güneş, arkasına dönüp ışıltılı eteğini peşinde sürüyerek giderken; dağlardan, ovalardan ufka doğru uzanan koca okyanuslar, bir anda karanlığa teslim olur. Sonra yıldızlar çıkar ortaya. Gözlerini kırpıştırarak art arda dökülürler göğün atlasına. Geceye lacivert sürerler. Yücelerden; öyle günahsız, öyle ümitvar, öyle suskun izlerler dünyayı.
O koca yürekleri, dünya kurulduğundan beri; neler görmüş geçirmiştir, nelere şahit olmuştur? Bu izleyiş, bilgece bir seyir gibi gelir bana. “Beş vakit sabrın gül suyuyla yıkanan” “Kepez” misali yıldızlar da uçsuz bucaksız semaların “dilsiz bir görgü tanığı” değil midir? Onlar gökyüzünün gözleri olarak, “ağır ağır uyanmaya başlayan deniz dibinin devlerine” ve ya “koç sürüsü dalgaların gerine gerine toslaşmasına” tanık olmuşlar mıdır? “Her dilden hüzünlü şarkılar dinleyip” bir “yosun tarlasında ölümü” görmüşler midir?
Yoksa Ali Akbaş’ın dediği gibi midir: “Yıldızlar, / İri, şehlâ gözlerdir/ Geceyi gamlı kılan/ Uzaktan süzerler bizi/El değmemiş terütaze tenleri/Ölmüş ergen kızlardır/Yıldızlar”
Bir Anka kuşu olup efsanelere doğru uçuyorum şimdi. Ad Kavminin İrem Bağlarından, Nemrut’un rüyasından geçiyorum. Babil’in Asma Bahçelerinden süzülüp dillere destan kulesinde konaklıyorum. Elinde yıldız namesi eksik bir müneccimim şimdi. Bana haberlerini anlatsınlar diye gözlerini gökyüzüne dikmiş bir yıldız bakıcısıyım. Yıldızlar, hangi çağda insanın gönlünü kendisine ram etmemiş ki…
Ben onları daha çok, karanlığa bir noktacık ışıklarıyla meydan okuyan yiğit yürekler olarak görürüm. Hep güzelliği haber veren, iyiliğe, öze, manaya çağıran… Onlar, göğü şenlendirmeseydi; insanlar masallar yazabilir miydi çağlar boyunca, karanlıkta iz sürebilirler miydi? Kervanlar yönünü nasıl tayin ederdi zifiri çöllerde? Onlar asırlardır kocaman asalarıyla karanlık gecelerde yol gösteren ışıktan dedeler gibi ve ya denizin ortasında yardıma hazır birer deniz feneri gibi nöbettedirler.
Göğün bu güzelim ateş böcekleri olmasaydı gecenin bir yarısı kağnısıyla tarlasından ekinini yüklenmiş bir çiftçinin mutluluğu yarım kalmaz mıydı, diyorum. Peki ya şairler? “Çakılların elmas olduğu” yıldızlı gecelerin şiirlerini yazabilirler miydi acaba? Mahkûmlar, sürgünler, yolu gurbete düşmüşler; kan sızan yaralarına nerden ümit sürebilirlerdi? Bazen, yıldızlı bir göğün, daracık bir pencereden görüldüğü kadarı bile paha biçilmez bir servet değil midir? Nitekim yıldızlar, ölümü değil, hayatı müjdeler; onlar yokluğun değil, sonsuzluğun habercisidirler.
Bu yüzden gökyüzünün yıldızlarını, fikir sancısı çeken dava adamlarına benzettiğim de olur. Onlar, gökten yere kaymış yıldızlardır. Yerdeki yıldızlar… Toprağın, hududun, cefanın yıldızları… Göktekilerle aynı havayı solur, aynı ruhla yaşarlar. Onların diyecek sözü vardır; bir duruşu, uğruna öleceği bir sevdası vardır. Herkesi kucaklayan, kurtaran bir çaresi... İyi güne değil kötü güne şifa nefesi, imkânsız nedir bilmeyen felsefesi vardır. Yeryüzünün yıldızları, yaşadıkları toplumlara yol gösteren, bir ümidin, bir davanın insanıdırlar. Bunlar, gökten yere kaymış yıldızlar, toprağa düşünce adları Mehmet Akif’tir, Necip Fazıl’dır, Sezai Karakoç’tur, Cemil Meriç’tir, Kemal Tahir’dir ve daha niceleridir. Onlar yaşadıkları çağlardan günümüze uzanan yıldızlardır.
Zannımca, onları bu denli aydınlık yapan, bir ütopyalarının olmasıdır. Onlar yaşadıkları çağlara, bir vecd ve neşve kazandırmaya çalışan, yeni bir dünya arzulayan, söyleyecek sözleri ve kavgaları olan adanmışlar; kimileri farklı iklimlere, kimileri de kendi içindeki iklimlere sefere çıkmış, beyaz kanatlı yelkenlilerdir.
Yeryüzündeki yıldızlarımız, “Avazeyi âleme Davud gibi salmış; gök kubbede baki kalmış sadalardır.” Hepsi de “birer yaralı bilinçtir.” Aynı silahla açılan yaralarının merhemi de birdir.
Karanlıklar mıdır, onların yıldız olmalarına sebep derim bazen. O sorguladıkları, çareler ürettikleri, yok etmek için yollar yöntemler çizdikleri karanlıklar ortadan kalksaydı eğer, aydınlık gökte onları görmeye gözlerimizin gücü yeter miydi? Sezai Karakoç’un, “Bengisu bengisu kaynayıp çağlayarak” gözlediği “Diriliş” düşüncesi hakikat olsaydı mesela? Ya da Akif, “Asım’ın Nesli”ni görebilseydi? Necip Fazıl, düşünce, tarih ve bir coğrafya sevdasına isim olmuş Büyük Doğu’ suna vasıl olabilseydi? O vakit karanlıklar çekilmiş olacaktı, bu yüzden kendi ışıklarına da lüzum kalmayacaktı, kim bilir? Ama ne zaman karanlıkta kalsa gökyüzü, onlar kâinattan topladıkları bütün ışıkları kendi özlerinde harmanlayıp yansıtacaklardır.
Onlar… Yıldızlar… Semanın ve arzın için için yanan yürekleridir.
30 Kasım 2015, 23:24
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.
Kezban sezer - 9 yıl önce
Yetenek bu olsa gerek. bize sadece okuyarak duygulanmak size ise bu güzel yazıları okurlarla paylaşmak.
İstanbul - 9 yıl önce
Duygu yüklü bir yazı olmuş.
Kaleli - 9 yıl önce
Ne diyeyim çok içerilerden gelmiş. Köyümü, yıldızları seyredişimi hatırladım. Kalemine sağlık
Murtaza ULUBAY - 9 yıl önce
Vay be edebi yazı bu olsa gerek diye düşündüm yazının sonunda . Okudukça okumaya devam ettim sonuda nereye bağlanacak diye merak içinde. Yüreğinize sağlık. İmrendim böle bir yazı yazmanın sırrı nedir diye düşündüm,okumanın güzelliği yanında yazmanın keyfini de yaşamak isterim.