Şairler, şiirlerin şuuru şehirlerin şiarıdır. Bazen sayfalar dolusu sosyolojik tahlilleri, ruh bilimci analizleri, düşünsel yalpalanmaları ya da ikircikli duygu gelgitlerini iki dizeye sığdırıverirler sessizce. Bu yönleri ile şehirlerin de işaret taşlarıdır kelimelerin ince işçilik isteyen ustaları. Şair Metin Önal MENGÜŞOĞLU, Beraberlik Marşı adlı şiirinde;
“Suratları sahici olmayanların
Cüzdanlarındaki banknot elbet geçersiz” dizeleri ile sessiz bir çığlık gibi haykırır insanlığın yüzüne.
Darbe sürecinde sonunu düşünmeden dik durarak, safını ve tarafını belirleyen, gecenin o ilk endişe yüklü, akrep ve yelkovanı suskunluğa sabitlenen saatleri itibariyle hiçbir şeyin renginin belli olmadığı, birilerinin ‘Müzebzebiyne beyne zâlik’ (inkar ile iman arasında bocalayıp duranlar) (4/143) üstgeçidinde beklediği, kimilerinin ise ‘Kul/Abd’ olmayı Amerika Birleşik Devletleri’nin kısaltmasından ibaret saydığı bir dönemde, o ülkenin Dışişleri Bakanı’nın darbeye ilişkin “Yenildik ama ezilmedik, önümüzdeki maçlara pardon darbelere bakacağız” mealli beyanının ardından yazılı açıklama yaparak demokrasi kahramanları arasına sızıveren yerli kahraman ‘Kılıç’ ehline inat; hakça tavır, usul ve üslup belirleyen gerçek ‘Devlet’ adamlarına her zamankinden daha çok ihtiyacımız var şimdi
.
Medyatik hokkabazlıkların, kanallar arasında mekik dokuyarak toplum mühendisleri tarafından zamanlaması manidar dönemlerde piyasaya sürülmesi basiret ehli her akılda ve vicdanda soru işaretleri oluşturuyordu zaten. Hukuka takla attıran, nüfusta ‘öz’, eylemde ‘üvey’ savcılar, köşesinden ülkeye kuyu kazıyan başı ’dumanlı’ gazeteci kılıklı ‘gezi severlik’ ten ‘darbe sever’ liğe terfi eden ‘yurt müdürü’ kabadayılar, ilahiyat akademisyenliğinden bıkıp emlak işine el atmak için Kazan’da ‘arsa ofisi’ açan kaçaklar nasıl oluyordu da aynı hedefe kilitlenebiliyordu?
‘İddia edilenlerin onda birini yaptığıma ya da yapanları tanıdığıma dair bir delil getirsinler, benden talimat aldıklarını ispatlasınlar cezamı çekmeye razıyım’ mealindeki üfürük artığı ifadelerle malikânesine -kendi deyimi ile fakirhanesine- uluslararası basını davet edip demeç veren, ehli salibe methiyeler düzmekle mahir ve meşgul, gönüllü/azat kabul etmez istavrozperver bir din tiyatrocusuna, nasıl oluyor da denizci düğümü bir sevda ile bağlanıyordu bu dualı toprakların bin yıllık sahipleri?
“Nur içinde yat kalbim, ben katilini çok sevdim” melankolik anlayışı ile cellâdına âşık olan bir topluluktan söz ediyoruz. Zira bu aşk henüz ortaokul yıllarında başladığı için “ilk göz ağrısı” niteliği taşımasından mütevellit, ‘maşuk’a duyulan aşk, vazgeçilmeze dönüşüyor, her davranış hikmete bina ediliyor, olumsuz, ezber bozan, can yakan bir hal alsa da hayal alıp hayal satan bir duygu tacirine ‘kral çıplak’ deme şansını vermiyordu efsunlanmış zihinlere.
Maskeli resmi geçit törenlerinde ‘Bela sever’ bir güruhla kol kola girerek ‘Salâ savar’ silahlarını kuşanan kalem silahşörlerini de akıl ve bellek ajandasına kaydetmede gecikmemeli yakıtı ‘gönül enerjisi’ olan insanımız. Mutat akıl güzergahını değiştirme adına ‘Güneyde Çok Sevilen Ülke ’nin, Tevrat kadar eski atalarından tevarüs ve devşirme yöntemlerine karşı teyakkuz halinde olmalı zihin sarmalımız.
Ben demiştim’, ’Ben biliyordum’, ‘On küsur yıl önce fark etmiştim’ biçim ve suretinde dizayn edilmiş rengarenk balonların havada uçuştuğu bir yalan rüzgarı mevsiminde, yelkenlerini şişirmeye hazırlanan nice kaptan-ı derya maskeli, tuzlu deniz suyu tatmamış filika tayfasının televizyon ekranlarında resmi geçit törenine tanık oluyoruz. Bürokrasinin üst yazı geleneğinden gelip televizyonların alt yazısında kendine yer bulan ‘çekirge karakter’ ekran efelerini de hafızamızın bir kenarına not düşmek gerektiği kanaatindeyim.
Maskeli balo severler, düşürdükleri maskelerini ayaklarının ucunda ya da okyanus ötesinde arayadursun, anlı ve şanlı ay yıldız parıltılı günlere, soylu bir duruşla, alnı nişanlı koşumsuz taylar gibi koşmanın vaktidir şimdi.
Nabi AVCI’ nın “Sürgünde kurulmuş bir Osmanlı Divanı gibiydi” sözleriyle tarif ettiği, aşk adamı, şair ve mütefekkir Fethi GEMUHLUOĞLU;
“Ekmeğimizin adı nân-ı aziz
Suyumuzun adı âb-ı leziz
…
Akl-ı selim denen bir şey vardı
İnsanımız hiss-i selim
Zevk-i selim sahibi idi” diye hatırlatıyordu mazide kalan o günleri, dizeler yordamıyla bize.
Ekmeğimizin ‘aziz’, suyumuzun ‘leziz’, lisanımızın ‘halim’, aklımızın ‘selim’, gönlümüzün ‘mülayim’, soframızın ‘İbrahim’ olduğu günlere şunun şurasında ne kaldı ki?
Hüseyin ÇOLAK
- - - -