Oturduğum yerden cadde boyunca uzanan ağaçları görebiliyorum. Sonbahar, sarı-kızıl fırçasıyla çoktan inmiş şehre. Etrafta kehribar, safran, kırmızı cümbüşü var. Fırçanın değmediği ağaç kalmamış. Hazana boyanan bu koca şehir hüzünlü bir veda şarkısı mırıldanıyor şimdi.
“Ne çabuk!” diyorum yerimden doğrulurken: “Vedalar ne çabuk geliyor; davetsiz, habersiz, ansızın!”
Hodrionus, son nefesinde kendi kendine şöyle seslenmiş: “Cancağızım, şaşkınım, biriciğim, gövdemin yoldaşı, misafirim: O çorak, soluk, donuk topraklara gidiyorsun şimdi; hınzır şakaların bitti. Az daha bekle, bir daha hiç göremeyeceğimiz bu nesnelere, bu tanıdık kıyılara son bir kez bakalım. Ölüme gözlerimiz açık gitmeyi deneyelim.” Acaba ölüme gözleri kapalı gitmek mümkün müdür ki? Hani çekip elini eteğini evinden, ocağından, vatanından, kalbindeki sızıdan; göğünden, güneşinden? “İşte geldim gidiyorum, şen olasın Halep şehri” deyip yola revan olmak; göz arkada kalmadan? Kaç vedaya nasip olur böylesi, doğrusu bilemiyorum.
Gözlerimi kapatınca tanıdığım bütün yaşlıların yüzünü görebiliyorum. Ürkek ve kederliler. Gönüllerini bağladıkları her şey üzüyor onları; duvardaki çivi, kulplu bakır sahan, penceredeki camgüzeli, bir inci tespih, ipleri sünmüş yelek… Her şeye son kezmiş gibi bakmaları, ellerinin uzandığı her varlığa uzun uzun hikâye düzmeleri; ölüme mahkûm yüreklerinin son çırpınışı mıdır? “Acem bahçesindeki” hüznün sebebi; yine vakitsiz, her daim vakitsiz gelecek olan vedalar değil midir? Hiçbir zaman hazır olamadığımız vedalar…
Kitaplığa uzanıp ‘Büyük Saat’i açıyorum. Rastgele bir sayfaya takılıyor gözüm:
“Ben bir gün giderim ki neyim kalır?/ Eksik bıraktığım her şeyim kalır/ Yaz günü kim ister ki öldüğünü/ Eksik bıraktığım her şeyim kalır/ Yaşamam bir beyazlık gibi sanki/ Eksik bıraktığım her şeyim kalır.” Neleri eksik bırakırız ya da yokluğumuzla eksilecek olanlar kimlerdir? Şehit bir yüzbaşının cebinden çıkan fotoğraftaki çocuk mesela? Hayatındaki büyük eksik ne zaman dolabilir?
Çocukluğundan, gençliğinden, sazından sözünden, canından ciğerinden ayrılıyor insanoğlu. Eksile eksile yaşıyoruz, vedalarla yaşıyoruz. Gelmesi mümkün olan ama hiç ihtimal vermediğimiz vedalarla…
Zamandan yana hüsranda oluşumuza sebep, geniş zamanlara namzet bir yüreğimizin olması mıdır? O ki daima sonsuzluğun kıyılarında seyreder, akşamın yaklaştığını, güneşin gurupta kaybolacağını akıl edemez. Etse de konduramaz. Bir ağustos böceği misali güneşe şarkılar söylerken bir gün zemheri kışlarda kalacağını hiç düşünmez. Ya da o günün çok uzak bir gün olduğuna karar verir, geniş zamanlarına onu yaklaştırmaz. O yüzden mi vedaların gelişi hep vakitsiz olur? Orda burada bir yığın iş varken… Yürekte nice hayaller uçuşmaktayken…
Yeniden pencereme dönüyorum. Güz, topluyor yapraklarını… Haşim’ce akıyor hazan şehirden. “Gök yeşil, yer sarı, mercan dallar/ Dalmış üstündeki kuşlar yâda;/ Bize bir zevk-i tahattur kaldı/ Bu sönen, gölgelenen dünyada.”
(Hüzün Bestesi)
17 Kasım 2016, 23:36
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.