Önce, “Bir ölüm vefalı, bir de sonbahar” diyen Cahit Zarifoğlu’nun nefesiyle burkuluyor yüreğim. Ardından Necip Fazıl’ın “Yaprak sıkılmıştı ağaçtan, bahaneydi sonbahar” sözünü hatırlayıp dalıp gidiyorum uzaklara.
Kalbimi dinliyorum…
Hayy’dan gelip Hû’ya gidiş mevsiminin bâbında, eylül’deyim.
Sonbahar diyorum; hicranın rengi, ruhumuzu mânâ diyarında mest eden hâl. Hâl dediğin; göç edip giden kırlangıç kanatlarına değen, sızlanan mendiller.
Sonbahar; bir gün bir daha uyanılacak bir uykuya hazırlanmak. Uyku dediğin; servi gölgesine giden yol, hazdan hüzne, hüzünden hakikate vuslat.
Sonbahar; va’desi gelmiş bir an, bir başka gömleği ömrün. Ömür dediğin dört mevsim, uçmayı bekleyen dört konaklı kuş. Çocukluk, gençlik, yaşlılık ve ölüm.
Sonbahar; rüzgarların sesini saklayan dalların dili. Dal dediğim bastona göçü ellerin, çınar gövdesine yürek çizmelere vedası, hayallerin.
Sonbahar; bir çağrı toprağa, suya, tohuma. Toprak dediğin hiçlikten kurtuluş. Toprak var ki su var, su var ki tohum var, tohum var ki hayat var, diriliş var.
Sonbahar; sadede gelmeden saadetin gidebileceğini haykıran dost bir tellal.
Sonbahar; deliyle zoru olmayan dünyanın akıllıya ibreti anlayana mârifeti.
Sonbahar, “Allah’tan ümit kesilmez” hıçkırığından taşan umut dolu nefesler.
Sonbahar; ellerimiz yorulunca gözlerimizden, gözlerimiz yorulunca yüreğimizden, yüreğimiz yorulunca gönlümüzden tutan sarışın yâr.
Sonbahar; ayrılık, sonbahar tatlı keder.
Sonbahar; hazan içinde hikmet diyarı.
Sonbahar: sarışın bir beste, bir name hüzzam makamında;
“Böylemi esecekti son günümde bu rüzgar
Bütün kuşlar vefasız, mevsim artık sonbahar”
Sonbahar; hüznün elinde kalem, vuslat defterine;
“İnnâ lillahi ve İnnâ ileyhi raciûn” yazar….