Zaman denen nakkaş, ustaca işler izlerini yüzümüze. Hiç fark ettirmeden ince dokunuşlarla gün gün derinleştirir çizgilerini. Yorulmadan, vazgeçmeden, kararlılıkla bir siler, bir çizer biteviye. Eski fotoğraflarımıza şaşırmamız bundandır işte. Kendi yüzümüz, biz hiç anlamadan değişmiştir.
Çocuk ve genç simalardaki, güneşin ışıl ışıl üzerine düştüğü akarsu parlaklığı ve duruluğu, o yaşların masumiyetini yansıtır. Yaşlıların bronz ya da gümüş bir göğe benzeyen tenleri, kurumuş toprak misali yol yol derinleşen çizgilerle adeta akıp gitmiş zamanın haritasını çizer. Bu saatten sonra orda bulacağımız da üzerlerine yerleşen güçsüz, muhtaç bir bedenden dolayı yine masumiyetin resmidir. Yaşadıkları ıstıraplar ya da inşirahlar bir ifade olup kalmıştır bakışlarında. Ben akıp giden zamanın büyük sırrına dair ipuçlarını en çok bu bakışlardan toplayabileceğimize inanıyorum.
Yaşlıların gözleri! Hep boşluğa bakan, hep uzağa bakan gözleri! Başka bir çağa akar gibi, başka bir diyar arar gibi… Sanki bir yürektir, baktığı yerde eriyip kalacak. İçinde zor zapt ettiği sevgi, bir damla yaşa dönüşmüştür; göz kenarlarından ansızın akacak. Merhamet, ince endamlı bir peri kızı olup, kanatlarını sermiştir o yorgun simaya. Zamanın fırçasının değdiği yerler; hüzünden çizgiler, kaygıdan, hayalden, hasretten, aşktan çizgiler. Anayı bir kat daha ana, babayı bir kat daha baba yapan çizgiler.
Toyunu toylamış, boyunu boylamışların duruşu değildir yaşlıların duruşu. O, şebnem misali lerzan, serçe misali ürkek bir duruştur. Nedamet, incinmişlik, keder, en az saadet kadar ömrün öğrenilmiş yüzüdür pencerelerinde. Her şeye karşı duydukları derin merhamet, bu tecrübelerden gelir.
Gülüşleri, masum bir çocuk kılar onları ama ağlayışları; dumanlı bir dağın yanması gibi, güneşin göçmesi, semavatın karalar bağlaması gibi. İyilikten yana ne varsa, rıza göstermez onların hırpalanmasına, yer gök titrer zannımca.
Yaşlılarımız! Zamanın canlı tanıkları! Sır ortakları! Koşup koşup sonunda sobelenmişleri! Çatlak bir cama dönmüş kalplerinin tuz buz olmaması için öncelikle tek bir şeye ihtiyaçları vardır: Sevgi. Onları görünmez iplerle evlerine, ocaklarına bağlayan ahite saygı. Hem hatıralarıyla yaşamalarına izin verecek hem de onları yalnızlığa terk etmeyecek bir hoşgörü. Onlar, koca dünyanın yabancısı, yalnız o dört duvardan ibaret evlerinin yerlisidirler artık. Hükümdarı oldukları o ülkenin sınırlarından sürülmek istemezler.
Ali Çolak, “Dağ Gibi Adamlardı” başlıklı yazısında babalarımızı anlatırken şöyle der: “Sahi gidecek bir yerleri var mıydı, isteseler nereye giderlerdi? Bin yıllık kök saldıkları topraktan, o evlerden, o bahçelerden, o insanlardan kopmaları mümkün müydü? Değildi. Oraların rükünleriydi onlar. O yolun kıyısındaki çınar, o asırlık çeşme, o mezarlık, o kara selviler, her gün doğup batan güneş… Sonra o sesler, eksilmeyen sesler ve hayatın durgun, ağır ağır akışı gibi…”
Hüseyin Akın’ın dediği gibi dedeler acaba bastonu, “geride kalan sayılı günlere tutunmak için” mi kullanıyorlardır, bilinmez ama ilerde yaşanacakların azaldığını varsaymalarından olsa gerek, geçmişi anlatıp dururlar, belki yeniden yaşama arzusunu dindirmek için. Dillerinden dökülen koca mazi en çok kıymetli torunları için efsunlu bir masaldır.
Dede ve torun! Torun ve dede! İki âşık! İki sevdalı! Sığmazlar ne evlere ne günlere. El ele verip bin bir gece masallarına, Korkut Ata diyarına, Hz. Ali cenklerine yol alırlar; günler, geceler boyunca!
Dedesinin veya ninesinin özel eşyaları hangi çocuğun ilgisini çekmemiştir ki? Dedenin cep saati, otuzüçlük tespihi, büyükçe beyaz kare mendili, takkesi, esansı, mestleri, bastonu… Ninenin namaz örtüsü, gözlüğü, ceviz sandığı, işlemeli bohçası… Şimdi birer hatıra hepsi… Ve hep helâl sofralar, hep hayır dua, hep sadelik… Çalacak kapımız, derdimizi dökebileceğimiz kucaklarımızdır onlar. Onlara her gidişimiz, uzakta bıraktığımız özümüze gidiş gibidir.
Cemal Süreya’nın “ Sizin Hiç Babanız Öldü mü?” sorusunu “Sizin hiç dedeniz oldu mu?” ya çeviren Hüseyin Akın’a hak veriyorum. Kimlerdir o nadide cevhere, ömürlerinin kısa bir bölümünde bile olsa sahip olabilmiş bahtiyarlar?
Peki, öldüklerinde geride kalan büyük boşluk dolacak mıdır? Alıştık dediğimizde, ansızın ufak bir dokunuşla o yara kanamayacak mıdır? Onlardan ayrı geçen, uzakta geçen günler birer gözyaşı olup içimize akmayacak mıdır? Dedelerimiz, ninelerimiz, anne ve babalarımız fani âlemin kışıyla göçünce…
Hilmi Yavuz, “Doğunun Kadınları” nda şöyle resmeder annelerimizi:
“Onlar, hüznü bir çeyiz / Çileyi ince bir nergis / Ve gülerken bir dağ silsilesi / Taşırlar / Ve bir acıdan ibarettiler / Kayıtlarımızda”
Onlar, sevinçleri mülayim, gülüşleri tebessüm, sesleri sükût olmuş, sonsuzluk kapısında sıraları gelmiş yolcular. Aziz misafirlerimiz. Bize bıraktıkları tarihle, emekle, katkısız sevgiyle evlerimizde gönüllerimizde en güzel ihtiramı hak ediyorlar.