Köpüren öfkelerimiz, palazlanan hırsımız, kabaran arzularımız, kımıldayan hazlarımız yön veriyor hayatımıza. Buna karşın, kılavuz kaptansız ve pusulasız gemiler gibi şaşkın ve telaşlı kalbimiz.
Acıyı ve hüznü bile bölüşemez olduk, cami avluları, musalla taşı ve taze ölümler de birleştirmiyor artık kalplerimizi. Hızla kutuplaşıyoruz yol ayırımlarında, sıkı sıkıya kapadık gönül perdelerini komşularımızla. Yalnız bir gölge gibiyiz kalabalıklar arasında.
Konuşuyoruz, tartışıyoruz, kırıyoruz, kırılıyoruz, hançerimiz yırtılıyor kendi fikrimizin daha doğru olduğunu iddia etmekten. Muhataplarımızın sesine ayarlı ve onu bastırma adına bir üst perdeden sesimizi yükseltiyoruz. Sesimiz, söz dalgalarını aşıyor, susuz çöllere düşüyor varamadan gönül sahillerine.
Etrafımızdakileri bir bir eksiltiyoruz, incir çekirdeğini doldurmayan meselelerde bile; incinirken incitiyor, incitirken inciniyoruz. Tedarikçisi, yüksek miktarda ‘ben’ ayrıştırıcısı olan ve harareti ‘ego’ körüğü ile çoğalan tartışmalarda ötekileştiren bir dili, kuşatıcı bir üsluba tercih ediyoruz.
Hızla, ayağımızın altındaki “güven” halısı, çevremizi çepeçevre saran “dostluk” hisarı, göğümüzü kaplayan “merhamet” bulutu kayıverip uzaklaşıyor, bir hiç uğruna gönül habitatımızdan.
“Şu cihan bağında ey âkil/ Budur makbul ins-ü cin/Ne kimse senden incinsin/Ne sen kimseden incin” diyen gönül ustalarını, ıtır kokulu türbe duvarlarından ibaret sanıyoruz.
“Güzel söz ve affedici olmak, başa kakılarak yapılan bir iyilikten daha değerlidir” (2/263) çağrısına ne kadar da yabancı kalıyor aklımız ve kalbimiz. Baştanbaşa insan motifli bir kitabın hangi sayfasında ayraç misali sebat eder ki gözlerimiz ve kulaklarımız?
Tükettik dünyaya ait ne varsa, hoyratça, hadsiz ve hudutsuzca. Dilemenin ve dilenmenin harcadık masumiyetini fütursuzca. Tatları acılaştıran ölüm fikri bile alıkoyamıyor bizi “kul hakkı” markalı mayınlarla döşeli yolumuzdan.
Tebessüm, en güzel dilekçeydi çehremizde, garantili teminat mektubuydu merhabalar, dua harmanı dilimizde. Gökyüzünden ansız yıldızlar kayar gibi şefkat çekilince yüzümüzden, bir de merhametin atardamarı kesilince en nazenin yerinden, imamesi kopan tespih taneleri gibi dağıldı insanlığımız.
Gök yarılmadan, su çekilmeden, dağlar pamuk gibi atılmadan, yeryüzünün bütün referansları sıfırlanmadan, kendine dön, içine yönel ey İnsan! Doğana, gün yakın, yürüyene akşam, susana gece, susayana ırmak yakın. Herkes için sandığında renk renk oyuncaklar saklar zaman.
Hayretini artır, onca insan arasında tenha bir yer seç kendine. Yorgun ve ücra bir mekâna varsın yolun, yar kokusu dokunmuş şehirlerden müstesna bir dergâhın secdelerde eskiyen asar-ı antika halısında unut bir kez olsun mağrur alnını.
Bütün sınavları geçtiğin ama kendinden bütünlemeye kaldığın günden önce, yaşamla baş etmek düştü bahtına. Unutma ki, ten çürüdükçe kaygısı çoğalır kalbin, dağılır ergenlik uykuları. Kutlu bir gölgenin kefaletinden başka umudu kalmaz insanın.
Yağmura renk veren toprağın hamuru ile yoğrul, aziz bil insanı, ayna tut kalbinin uyluklarına. Buğulansın ufuklar, maviye çalsın dağ, denize aşinalıktan. Çöz göğün zincirlerini yanık bir yakarışla, dağılsın yıldızlar, karanlığın ayağına dolanan gece ve yalnızlıklar.
“Sen, kötülüğe güzel bir iyilikle karşılık ver, göreceksin ki seninle arasında düşmanlık olan kimse sana sıcacık bir dost oluvermiş” (41/34) yasası, “Başörtülerini, yakalarının üstüne salsınlar” (24/31) genelgesinden daha mı hafif kalır ilahi ve adli sistemin şaşmaz terazilerinde?
Alnından önce yüreğini, elleriyle yere koyan erleri, özlemekten yorgun şimdi, kadim mabetlerin rengi soluk ve mahzun kilimleri. “Gölgesinde otur ama/Yaprak senden incinmesin/Temizlen de gir mezara/ toprak senden incinmesin” diyen ozanlara hasret kalbimizin kurak iklimleri.
Kimsesiz kuşlar yuva yapsın ellerinde güvenle. Geçtiğin her kapı kapanmadan ardından, bir söğüt ağacı uysallığında kıl gövdeni, semazen boynu gibi titrek ve ayakucunda. Ağsın yüreğin göğe doğru, umut yağmuru olsun gelincik ellerin, dokunduğu yerlere bir kök sümbül bıraksın özlenen baharlarda.
Sonra, “En Sevgili”, güvercin şefkatinde uzatıp elini, bu çoğul fikirler kuyusunda, alnımızdaki beyazdan tanıyarak çekip alsın bizi mülteci yığınları arasından, bir acem mülkü gibi, hızla akarken ölüm hüzünden beyaza doğru.
" Muhataplarımızın sesine ayarlı ve onu bastırma adına bir üst perdeden sesimizi yükseltiyoruz. Sesimiz, söz dalgalarını aşıyor, susuz çöllere düşüyor varamadan gönül sahillerine."Elinize sağlık.