İnsan neslinin bütün eylemleri; seçenekler, tercihler ve zorunlu seçimler sözlüğüdür adeta. İyi ve kötü, doğru ve yanlış, güzel ve çirkin, faydalı ve zararlı, liste uzayıp gidiyor. Sevgi ve nefret, övgü ve yergi, beğeni ve hoşnutsuzluk, hayranlık ve öfke, takdir ve yok sayma, onay ve ret, aşk ve nefret gibi zıtlıklar mimarisinden ibarettir hayat.
Kimlik arayışı, kendini bir yere ait hissetme, aidiyet duygusu, varlığını yeniden tanımlamaya, isminin ve insan oluşunun dışında bir muarref/ bilinen tarife sığdırmaya zorunlu kılar bireyi.
Kategorik tercihler, ötekileştirmeler ya da sınıf farkı gözetme sendromu; bazen dini hassasiyetler bazen etnik kaygılar bazen coğrafi farklılıklar, kimi zaman da cinsiyet ayırımı üzerinden ete kemiğe bürünerek duygu dünyamızı ipotek altına alır.
Göz ardı ettiğimiz en büyük olgudur ‘mecbur bırakılmak’, tercihe zorlanmak, sınıflandırılmak. Zaman içinde, iki iyi arasında, iyiliğini ve kötülüğünü kendi ölçeklerimizle belirlemediğimiz iyi ile kötü arasında, çoğu zaman da iki kötü arasında tercih yapmak zorunda bırakılırız.
Ara renklerin zamanla kaybolup gittiği, ‘iyi’ ye ‘fakat’ şerhini, ‘kötü’ ye ‘lâkin’ görüşünü ilaveden yoksun kaldığımız eklentisiz fikirlere zorlanıyor aklımız ve kalbimiz. Ya ‘tapan’ ya ‘inkâr eden’ bir putçuluk algısının peşinden sürüklenip gidiyoruz.
Ya ‘hain’ yaftası ya ‘kahraman’ payesi var bireysel lügatimizde. Müşteri memnuniyeti odaklı yeni bir söylem hazırlığında lisanımız. Alternatifler arasında bir taraftan yana taraf olma gibi renk taraftarlığına özgü bağnaz bir tarafgirliğe zorlanıyor zihinlerimiz.
İki yol ağzında şaşkın bir yolcu gibiyiz şimdi. Takdirle tenkit yer değiştirirken duygularımızın geçişgenliğinde, seçenekleri çeldiricilerle yüklü seçimlerde, ‘hiçbiri’ ya da ‘hepsi’ şıklarını teğet geçiyoruz çoğu kez. İki seçenek arasında tercihe zorlandığımızda soruyu ‘boş’ bırakmayı seçemiyoruz genellikle.
Dünyaya bakışımızı, yılın modasını, kıyafetimizin rengini, yaka büyüklüğünü, paça genişliğini, saç stilimizi ya da yaşam tarzımızı bizim adımıza birilerinin belirlediği “ısmarlama bir hayat”ı kanıksadık sorgulamadan. ‘Kiralık akıllar’ kol geziyor fikir bulvarlarımızda, düşünce sokaklarımızda.
Sanatta, siyasette, sporda, kültürde hatta dini inanış ve uygulamalarda dahi durum hiç de farklı değil. Dünyanın öbür ucundaki devlet başkanlığı seçimlerinde bile tercihe zorlanıyoruz Cumhuriyetçilerle Demokratlar arasında. Bay Trump mu, Bayan Clinton mu? ikileminden birine meyletmemizi salık veriyorlar bize.
Hillary’den ‘abla’, Bill’den ‘sohbet ağbisi’ yapanlar Donald’dan ‘himmet düşmanı’ çıkarıverdiler tercihimize yardımcı (!) olmak için bir anda. Avrupa’da Müslüman olan yüzlerce papazdan, İngiltere’de Müslüman aşığı kraliyet ailesi hatta ‘gizli Müslümanlar’ üretiverdiler bu uğurda.
AB mi, ABD mi? yol ayrımında simgelere, sembollere, formalara hayran bırakılırken gönüllerimiz, ‘Trump, Clinton’dan daha hayırlıdır’ mealli, akla ziyan güzellemeler ve şehir efsaneleri ile süsleniverdi soylu muhabbetlerimiz.
Aklımızın meyli, kalbimizin eğilimi, irademizin seyrini belirlemiyorsa, rüzgârına kapıldığımız dünya, dipsiz bir uçuruma doğru sürüklüyor bizi demektir.
Şair İsmet ÖZEL’ in;
“siparişi yargıcılar tarafından verilmiş
bu hayattan ne koku, ne yankı, ne de boya
taşımamı yasaklayan belgeyi imzaladım”
kararlılığında insanlığın kirlenen yüzüne haykırarak, “uzun yola çıkmaya hüküm giydim.” diyebilmenin zamanı artık gelmedi mi?
Zalimle mazlum arasında tercihe zorlanmamız durumunda en kolay olan mazluma karşı olmak, zalimden yana tavır almaktır. İki mazlum arasında seçim yapmak çok zordur. Ama iki zalim arasında muhayyer bırakıldığımızda ise seçeneklerden birini tercih etmek imkânsızdır ve ‘Hiçbiri’ seçeneğini ısrarla arama zorunluluğumuz vardır.
Hani, yüzyıllar öncesinden, şefkat motifli uyarıcı eşliğinde ilahi buyruk da öyle diyor ya;
“Zalimlere meyletmeyin, yoksa ateş size de dokunur” (11/113)
- - - -