Yüreği sağaltan baharlara öykünüp, eğilip kulak versen toprağın şarkısına, nüksetse de ağaran dağların ağrısı, salıversen içinde hapsettiğin deli fişek tayları.
Aşk birikse düş döşeli sofralarda, genzinde gezinen müzmin uğultuya inat içinde yıkılan duvarın sesine kulak versen.
Kış ki gümüşten bir kurşun gibi düşer, eşiğini güneşe seren akşamlara, tortusu fırtına bir hayattan geriye kalan harabe kentlerle yarışırken.
Parmak uçlarında kıvranan ateş, Süleyman mührünün sırrını saklarken, sürgün yarası gözlerini firar korkusu kaplasa bir an, ölümün hartasına dadanan soluk gibi.
Gövdende gerilen damarı, dudağında unuttuğun mataranı hatırlasan. Tutunsan bir tiryakinin gözlerine tütünden önce, kapansa üstüne bütün mevsimler.
Elbiseler suretleri saklarken suretler de siretleri saklardı ya hani. Ah! Bir kez olsun lisanlar susabilseydi kalplerin seslerini.
Ağlasan bağrı kapanmayan avlularda akan günahlara, annesinden yalnız sükût emen çocuklar gibi susabilsen dörtnala suskunluklara. Göğün karın boşluğunda bekleyen sabah kadar sessiz, konaklasan Meryem’e sunulan mahrem bir mabedin koynunda.
Kalbi uykularına kayan bir kaygıdan sıyrılıp, kıvrılsan kalbinin gölgesine, akıp giden uykusunu yakalayan bir mahkûm uzletinde.Acıdan esirgeyen bir yüzün olsa, korkudan emin kılan sözün, saydam bir damardan akan kan kadar asil.
Göğsünde düğümlenen bir isyan olsun hep, omzunun kıvrımlarını ezberleyen bu duvar, ne zaman yaslansan senden önce yıkılmayan.
Kuyudur masumluğun sonsuz mülkiyeti, gömleği ardından yırtılan Yusuf gibi. Islak bir sabah olmak kadar sahicidir ıssızlık, akşamın nerede batacağının belirsizliğine nazire yapan.
Vadide kaybolan asi bir ıslık gibi, ıslak bir sabahla uyanıp
gülümseyen sadakalar getirsen sokakların epriyen yüzüne, kadim kavimlerin yıpranan kentlerine.
Ulu bir çınarın gölgesi gibi olsaydı gülüşün, etekleri tutuşurdu aydınlığından, teri teninde kuruyan yorgun baharların. Unutma, her mevsim kar yağsa da gelinliğini sandığında saklar ağaçlar.
Gülden gemilerin olsun, zamanın azgın tufanlarına direnen. Bir de karşılıksız aşkların başını telaşla okşayan akşamların olsun, sırılsıklam yağmurların yerine.
Bağlasan dilini kördüğüm ile sarınır kalbinin toprağına kuruyan ırmaklar bile. Canının üstüne gül yaprağı döşense,canının canı çıkar canının da içinde.
Nakkaşın nakşını medhüsena,nakışa değil nakşın sahibine yönelirse eğer, insana ait ne denli nakısa varsa peşinen noksan hükmünde değil midir ki?
Efsunlu bir sızıyla mayalanan duaların olsun. Çığlığın, kirpiğinin kapısında bekletedursun yüreğine değmeyen mağrur kumruları.
“Ben yenildim Rabbim, yardım et bana!”(54/10)diyenbir Nuh onarsın çağın azgın sularına direnemeyen gemini.
“Ben tasamı ve hüznümü yalnız Allah’a arz ederim”(12/86)diyen bir Yakup sadrına yaslan, bunca keder uygun adım üstüne üstünegelirken.
İncinmedik hiçbir yeri kalmamışken kalbinin, kırılmadık hiçbir dalı yokken narin ve nazenin gövdenin; “Bugün size kınama yok”(12/92) diyen Yusuf kurulsun sofrana ki dağılsın yeryüzünün haset kaplı bulutları.
“ Rabbim, biz kendi kendimize haksızlık ettik” (7/23)diyen Adem ve kaderdaşının içli nedameti sarsın bükülmeyen gövdeni, baş eğmeyen kibrini.
“Sizden yaptığıma karşılık hiçbir ücret istemiyorum, benim ücretim yalnız âlemlerin Rabbine aittir” (26/127)diyen bir Hud dokunsun alnına ki çatlasın yeryüzünün tükenmeyen çıkarlarının ar damarı.
Bütün önadlardan, kariyer basamaklarından, referans tapınaklarından sıyrılıp, ilk sözü; “Ben Allah’ın kuluyum” (19/30) olan bir İsa haykırsın hayat beşiğinde.
Alnındaki sızı ele versin ahının anlamını. Yüzüne kahır izi kazınan yanık ezgiler gibi. Çığlığına yankı versin ırmağın çırpıntısı, denizaşırı anılarını dalgalar gibi serpiştirsin yeryüzüne.
Kopacaksa kopsun tufan, hep eksik kaldığımız şu dünyada, muteber yüzlerini takınarak gelse de bütünlensin insanlık köpük yumağı gövdemizle.
Şimdi, soluklan İbrahim öfkesinde biraz. Sonra, Tanrı gözetiminde çatılan bir gemide, salınsın göğün mültecileri yeryüzü gibi geniş kalbine.
Selametle Hüseyin Hocam